YOL IŞIĞIM

  • Yazar: Arife Nur Gök

  • Rumuz: nurgkk

  • Okulu: ÇANAKKALE ONSEKİZ MART ÜNİVERSİTESİ

  • E-mail: arifenur5241@gmail.com

Konu

İnsanlar bazen istemediği olaylarla karşılaşabilir. Bu olaylar sonucunda kazandığımız bakış açısı bize devam etme gücü sağlar.

Tab Article

Hani insanın kendini bulmak için çıktığı bir yol vardır ve çoğu zaman çifte kavrularak ilerler ya işte ben de öyle kavrula kavrula aldım demimi. Ne zaman ki oldum artık tamam diyerek geri çektim kendimi anladım ki işte tam o noktada durmadan devam etmeliymişim. Herkes bu dünyaya gelir, gider... Ben de geldim ama öylece gitmeye katlanabilecek miydim? Bu sorunun cevabını sineme hapsedip günlerce aradım. Oysa fark etseydim penceremin içeriden açılması gerektiğini elbette ben de bulurdum içimdeki saklı hazineyi.

Yağmurun sesi içime işlercesine yüksekti bense hala gitmenin arifesindeydim. Odam henüz aydınlanmamıştı. Hoş! Annemden sonra hangi güneş aydınlatabilirdi odamı. Daha iyi anlamıştım bana gündüzü getiren karanlık gecenin peşine ağaran güneş değil elleri başımda gezinerek “Yavrum uyan.” diyen annemin sesiydi . Ne de güzeldi sesi. Gözbebekleri bir bayram sabahı neşesiyle girerdi odama. Bayram sabahlarında uyumak olur mu hiç derdim kendi kendime. Kalkar onun sıcacık şefkatli ellerinden öperdim . Artık ne bayram sabahım vardı ne de gün ışığım. Sınırları vardı sanki odamın hiçbir şey giremiyordu içeri ve kayıtsızlığın gücüne ev sahipliği yapıyordu her metrekare. Şimdi ne yapmalıydım nasıl hafiflerdi bayramsız sabahlara uyanmanın acısı. Kalktım, keskin sınırların üzerinden geçtim. Göründüğü kadar korkutucu değilmiş fark ettim. Köşedeki kitaplara dikkat kesildim. Sahi annem ne severdi okumayı. Beni öyle güzel büyütmüştü ki kelimelerle narin parmakları sayfalarla özdeşirdi her gün. Sanki her detaya hakim olmak istiyordum. Ben baktıkça annemin sesi doluyordu odaya. Uzandım birini almak istedim . “Yunus Emre” diye mırıldandım. Yunus Emre’nin Nasihatler kitabıydı. Günler sonra ilk kez gülümseme yayıldı yüzüme. Annemin şakıyan bülbülleri yuva yapmak için bir iki dal getirmişti yüreğime. Gülümsedim çünkü hatırladım. Daha bir hafta öncesine hatırlayıp geçeceğim bir anıyı şimdi ise zihnime kazımayı diliyordum. “Annem.” dedim kendimden beklenmeyen bir sesle. Ne çok severdi Yunus Emre’yi. Sırf bu yüzden Yunus Emre koymuştu adımı. Kışın montumu yakasını iliklerken, yazın elime salçalı ekmek verip sokağa gönderirken sıkı sıkıya tembihlerdi beni “Oğlum Yunus Emre’m...” derdi “Adınla yaşa yavrum. İyilik yolun, dürüstlük pusulan , adalet en güvendiğin inanç olsun.” Eskimenin uğramadı kitabın rastgele bir sayfasını açtım. Gözüme takılan ilk şeyi okudum. Annemin temiz, inci gibi yazısı karşıladı beni. Not almıştı sayfanın üzerine,

“ Sabır saadeti ebedi kalır sabır kimde ise ona nasip alır.”

Daralan ruhumun üzerine bir katre gibi düşmüştü bu söz. Annem varlığını sürdürüyordu sayfalarda. Böyle küçük notlar yazar, kitapların arasına koyardı. Yunus Emre’nin bir sözünü yazmıştı. Kitabı elime alarak tüm gece okudum. Okudum çünkü ben de bir Yunus Emre’ydim. Annem hep onun yolundan gitmemi, izine ayak basmamı isterdi. Bir hakikatin peşinde kırk yılını harcayan Yunus Emre’yi düşündüm. Ruhunun doyuma ulaşan Yunus Emre’yi... Sahi onu bu yola çıkaran buğday tanesiydi yolun sonunda karşılayansa buğday tanesinden fazlası...

“Bulmak istiyorsan aramaktan vazgeçmemelisin, belki yanlış yolun izcisi olursun ama sabır heybendeyse her yoldan nasibini alırsın.”

Düşünmekten saatlerin nasıl geçtiğini fark etmedim. Güneş ışığı perdenin arasından odanın içine sızmaya çalışıyordu. Günlerce kendimi bir odaya hapsetmiş aramaya bile çıkmadığım mutluluğu bulmayı ümit ederek kapıyı çalmasını bekliyordum. Başka birine dönüşmüştüm. Gayesi olmayan birine. İnsan acısının arkasına sığındığında ya benliğini kaybediyor ya da hiç istemediği birine ev sahipliği yapıyordu. Ben de avunmak için acıyı yâr bellemiştim kendime. Bu böyle olmayacaktı. Böyle devam etmesi beni hüzne doyurmaktan başka hiçbir şey yapmayacaktı. Kendime bir yol çizmeliydim, tüm yollardan farklı... Bir hakikat uğruna harcayacak kırk yılım var mı hiç bilmiyordum ama yola çıkmadan da öğrenemeyeceğime emindim. O gün odaya yansıyan güneşi umursamadan uyudum. Gündüzleri uyumak nedir bilmeyen ben çok uzun bir süre sonra ilk kez uyumuştum. Huzurlu bir uyku muydu? Kısmen. Sanırım dalmış olduğum keder uykusundan uyanmaya çalışıyordum . Tabii bir de hayal ile karışık annem girmişti rüyama. Yaşam öyle tuhaf bir şey ki uyanıkken resimlerine bakar unutmamak için zihnime ezberlettirirdim suretini. Rüyama da girsin diye bekledim bir umut. Şimdi hiç beklemediğim bir anda hatta rüyamda nakşedilmişti sureti bana. Gülümsedim...

“Kalk Yunus Emre hareket vakti.” dedim kendime. Evden çıkmak için kapıya yöneldim. Elim kapının koluna gitti ama ayaklarıma bir ağırlık çökmüştü. Durdum biraz bekledim öylece sonra gördüklerimi hatırladım geri döndüm, salona geldim. Evet şimdi bu evden çıkıp gidecektim belki ama geri döndüğümde bıraktığım gibi bulacaktım ve artık bunu istemiyordum. Perdeleri açtım bir hışımla. Sanki dünya yeni bir çocuk doğmuş kavgayı, kötülüğü ve karanlığı bitirmiş gibi aydınlandı salon. Anlamıştım yeniden doğuyordum. İçimin kavgasını, karanlığını hepsini bitirecektim. Çekidüzen verdim salona. Kenarda annemle duran fotoğrafımıza baktım. Eminim “ Aferin Yunus Emre’m.” diyordu. Üzerimi değiştirmek için odama girdim. Etrafa göz gezdirdim. Perdeleri hatta camı açtım. İçerideki kasvetin kanatlanıp dışarı çıkmasına izin verdim. Çıkmak için tekrar kapıya doğru yürüdüm. Derin bir nefes aldım, dışarı adımımı attım. Annemin güzel çiçekleri vardı bahçede. Gördüm, hepsi benimleydi biliyordum. Tekrar ettim içimden “Yunus Emre iyilik yolun, dürüstlük pusulan, adalet inancın olsun.” Damarlarımda gezinen bir güç vardı. “Bu ben miyim?” diye düşündüm. Günler öncesinde dört duvarda hayatı sorgulayan ben şimdi hayatın her şeyine kucak açıyordum. Evet, ne yapacağımı bilmiyordum ama durup yerinde saymaktan daha iyi bir durumdaydım. Yürümeye devam ettim. Az sonra bir kedi geldi yamacıma. Önce baktım, biraz sonra eğilip başını okşadım usulca. Ben sevdikçe kendini yerlere atıyor, mayışıyordu. Sevgi ne tuhaf şey dedim içimden. Evrende ki her şeyi bir tek sevmek yola getirirmiş o an anladım. “ Senin de sevgiye ihtiyacın var değil mi kedicik?” dedim. Birazcık kediyle oynadım. Onu sevdikçe kendimi de yeniden seviyordum. Kalbim huzurla doluyordu. Daha sonra kedi sıkılmış olmalı ki fırladı. Elimden gidişine baktığım uzun uzun. Ellerimi cebime koydum ve yürümeye devam ettim. Şu dünyada istenilince mutlu olunabilecek o kadar çok şey varmış ki, biz ise sanki hiçbir kedinin başını okşamamış, yoldan geçen birine ”Günaydın” deme zarifliğini gösterememiş gibi mutsuzduk. Oysa bunları yapmak için ne paraya ne zamana ihtiyaç vardı. Yaşamın oyunundan galip çıkmak için ortaya kalbimizi koysak yeterli gelirmiş. Bugün ruhumun şifası olmuştu bu kedi. Daha doğrusu onu sevmek bana kendimi hatırlatmıştı. Ne kadar yürüdüm bilmiyorum. İskeleye gelmiştim. Bir kez daha derin nefes aldım ve önümde sonu yokmuş gibi duran denize baktım.

Derin nefes almak ne büyük nimetmiş bunu bile şu an anladım. İleride boş duran bir bank gözüme çarptı. Biraz yürüyüp banka oturdum. Ellerim hala cebimdeydi. Onlar bile unutmuştu gökyüzünü. Utanıp, saklanıyorlardı. Usul usul çıkarttım ellerimi cebinden. Yeniden doğacaksam onların da görmesi lazımdı. Uzaktan bir ses geliyordu, tanıdık duymaya aşina olduğum bir ses.

Simit, simitçi !

Yüzümü çevirip simitçinin geldiği yere baktım. Ayağa kalkıp hızlı adımlarla ilerledim .

“Ahmet amca nasılsın?” dedim gülümseyerek.

Yüzünde ki gözlüğü düzeltip bana baktı. Gözleri kim olduğumu seçmeye çalışıyordu.

” Yunus Emre sen misin oğlum?” dedi.

“Evet, Ahmet amcam benim.” dedim .

“Oğlum benim başın sağ olsun, nasılsın?” dedi.

“ Dostlar sağ olsun iyiyim çok şükür sen nasılsın? Ahmet amca” dedim.

“İyiyim.” dedi kafasını sağlarken.

“Bana oradan üç simit sarar mısın? Ahmet amca” dedim.

“Tabii oğlum.” dedi.

Özenle üç simit yerleştirdi poşete. Poşeti koluma geçirip Ahmet amcanın koluna girdim. Elinde tuttuğu simit arabasını ittiriyordum. Senelerdir burada simit satardı Ahmet amca. O kadar taze olurdu ki simitleri bir ısırık alınca çıtırtısı her yere yayılırdı. Eski günleri anarak yürümüştük. Bana da iyi gelmişti, yürüdükçe açılıyordum.. Siliyordum içimdeki kasveti. Bir bebek emeklemesine benziyordu bu siliniş. Ağırdı ama sonunda o bebek yürümeyi öğrenecekti. Bende silecektim içimdeki karanlığı. Martıların uğultuları geldi kulağıma. Hayat akıp gidiyor onlar da kendi telaşına düşüyordu. Koluma taktığım poşetin içini açtım bir simit aldım. Elimle minik minik parçalara ayırıp sonsuzluğa attım. Düşecekler diye korktum ama martılar bu işi iyi biliyordu. Hepsini tek tek yakaladılar. Her bir simit parçasını atarken selam veriyordum martılara. Hoşgörü sadece bir insana verilmez yaşayan herkes bunu hak ediyormuş bir kez daha anladım. Böyle böyle iki simit attım martılara. Tam elimi poşete daldırıp üçüncü simidi de atmak için hareket etmiştim ki önüme uzatılan bir peçeteye baktım. Küçük bir kız sanki dünyayı gözlerine hapsetmiş gibi bakıyordu bana. Gözlerinin mavisinden midir bakışlarının derinliğinden mi seçemedim bir türlü hikayesini. Bakmadan rahatsız olacak ki kaşlarını çattı.

“ Peçete ister misiniz ağabey?” dedi.

“Ver bakalım iki tane.” dedim.

“ Yanımda bir tane var eğer beklersen hemen alıp gelirim ağabey. Zaten tam şurada duruyor peçeteler.” dedi elleriyle karşı kaldırımı işaret ederek.

“ Bekle bende geleyim seninle.” dedim. Beraber peçetelerinin olduğu kaldırıma gittik. Eğildi bir peçete daha aldı ve bana uzattı. Aldım, parasını verdim.

“Ne yapıyorsun burada? Ne yapacaksın bu peçeteleri satınca?” diye soru verdim.

“ Kitap alacağım ağabey. Kardeşim Ali’nin doğum günü yaklaşıyor. O boyama yapmayı çok sever biliyor musun?” dedi kıkırdayarak. Sonra ne yaptığını fark etti sanırım ve ellerini ağzına götürdü.

“ Demek bir kardeşin var öyle mi? Ne güzel. Peki adın ne senin?” dedim.

“Adin.” dedi mırıltılı bir sesle. Eğildim yüz hizasına geldim.

“ Ne güzel bir isim anlamını biliyor musun?” dedim. Kafa salladı,

“Evet, Cennet.” Yine sesi bir fısıltı gibi çıkmıştı. Gülümsedim.

“Kaç yaşındasın Adin.” dedim.

Elini havaya kaldırdı, parmaklarıyla yedi işareti yaptı. Bazen gerçekten hayatı sorguluyordum. Hem de defalarca. Yedi yaşında bir çocuk kardeşine boyama kitabı almak için peçete satıyordu. Düşüncelerimin beni ele geçirmesine izin vermeden kafamı salladım. Bir şeyler yapmalıydım. Bu böyle devam ederse soğuk bir kış günü hasta olurdu Adin. Ne yapsam diye düşünüyordum. Şuan para versem evine dön desem gururu kırılacaktı eminim. Ama durum bu şekilde gitmeye devam ederse benim içim hiç rahat etmeyecekti. Vicdanım kalan her duygumu usul usul kemirerek büyüyecekti. Aklıma bir fikir geldi. Tekrar Adin’ e döndüm.

“ Okula gidiyor musun? Adin.” Diye sordum. Yine kafasını salladı ve ekledi.

“ Evet gidiyorum. Hatta kardeşim Ali benden küçük olduğu için gidemiyor ve çok üzülüyor. O üzülmesin diye bende okuldan eve gelince ona okulda öğretmenimin bana öğrettiği şeyleri öğretiyorum. O benim gibi çabuk öğrenemiyor ve çok çabuk sıkılıyor, hep boyama yapmak istiyor. “ dedi heyecanlı heyecanlı. Hiç hız kesmeden anlatmaya devam etti.

“Biliyor musun? Çok güzel resim çiziyor. İstersen seni bile çizer” dedi edalı edalı. İçten samimi bir kahkaha attım kendimi tutamayarak. Güldüğümü görünce kızdı. Kaşlarını çattı ve elini beline koydu.

“ Yoksa bana inanmıyor musun?” dedi beni sorgulayarak. Hemen ciddiyetimi korudum.

“ Hayır hayır tabii ki de inanıyorum. Eminim öyledir Adin. Biliyor musun? Bende öğretmenim” dedim. İşte şimdi Adin’ in dikkatini çekmiş olacağım ki göz bebekleri büyüdü.

“ Öyle mi?” dedi ağzını kocaman açarak. Bu sefer kafasını sallama sırası bendeydi. Merak ettiği o kadar belliydi ki ayaklarının uçlarını birbirine değdiriyor, merakını bastırmaya çalışıyordu.

“ Baksana Adin aklıma çok güzel bir fikir geldi. Ben şimdi öğretmenim ya. Ayrıca Ali de okula gidemediği için üzülüyor öyle söylemiştin. Bende diyorum ki sen kardeşini de al her gün buraya gel ben size okuma yazma öğreteyim” dedim.

Gözlerinin içindeki ışığı keşke tarif edecek bir cümle bilseydim. O ışık enerjiye dönüşseydi eminim yüzyıl dünyayı aydınlatırdı. Öyle sevinmişti. Sonra hemen durdu, yüzü düştü. Anlamadım birden neden öyle oldu. “Olmaz” dedi kendi kendine. Tekrar etti sonra “Hayır olmaz” dedi. Neden? Der gibi yüzüne baktım. Anlamış olacak ki “ Annem izin vermez” dedi. Biraz durdum yanında. O da kalmama laf etmedi. İkimiz de birbirimizden habersiz çözüm yolu arıyorduk. Benim böyle bırakmaya gönlüm razı değildi, onunda gitmeye...

“Adin” dedim birden. Döndü yüzüme baktı. “Annenden izin al ve gel tamam mı? Ali’yi de getir sizi burada yarın bekleyeceğim.” Dedim.

Gözlerinin ışıkları tekrar yandı. Sanki düğmesini bulmuştum. Dokunma gerek yoktu yanması için. Ona imkan tanıdıkça parlıyordu gözleri. Kafa salladı. Her şeyini topladı. Hızlıca uzaklaştı. Giderken bir yandan da bağırıyordu “ Öğretmenim bizi bekleyin, geleceğiz.” diyordu. Öyle de yaptım. O gün , o akşam nasıl geçti bilemedim. Ertesi gün yine gittim iskeleye, Adin’ le konuştuğumuz yere. Hatta bir saat erken gitmiştim heyecandan. Uzun bir süre sonra birilerinin kalbine dokunacaktım. Hayatında görüp geçti siluet olmayacaktım. Dünyası güzelleşecek ve ben buna vesile olacaktım. Çocuk gibi heyecanlıydım. Bu sefer ayaklarını birbirine vuran bendim. Öylesine özenmiştim ki en güzel gömleğimi giymiştim. Ne kadar bekledim öyle bilmiyorum. Ayak sesleri ile karışık bağırmışıma sesleri duydum. Adin küçük kardeşinin elinden tutmuş koşa koşa geliyordu. Üstelik bağırıyordu. Hoş bağırıyor mu gülüyor mu belli de değildi. “ Öğretmenim , öğretmenim!” diye sesleniyordu. Bu tabloda görmeyi beklediğim dışında bir manzara daha vardı. Adin’ in arkasında kalabalık bir çocuk topluluğu vardı. Hepsi birden koşa koşa yanıma geldiler. Adin soluk soluğa kalmıştı. Heyecandan nefesi kesilmiş, konuşmakta zorlanıyordu.

“ Öğretmenim annemden izin aldım. Gelirken Ali’yi ve arkadaşlarımı da getirdim. Onların da okula gitmediği için üzülen kalpleri vardı. Bende hepsi mutlu olsun diye getirdim.” dedi. Yine kaşlarını çatmış ne diyeceğimi bekliyordu. Kızacak mıydım? Kabul mu edecektim? Tepkimi merak ediyordu. Durdum biraz hepsine baktım. Ondan fazla çocuk vardı. Ben iki çocuğun hayatına dokunmanın ne büyük mutluluk olduğunu düşünürken birden sayıları beşe katlanmıştı. Mutluluğun beş katı olur mu? Oluyormuş o gün anladım. Hiç uzatmadım. Eğildim ve Adin’ e döndüm.

“Adin, beni çok mutlu ettin iyi ki getirdin arkadaşlarını.” dedim. Çocuklar vermiş olduğum cevabı duyunca tekrar birbirlerine sarılıp bağırmaya başladılar. Hepsine kucak açtım. Dünyayı kucaklıyordum. Koca Dünya bazen yüreğime bile sığmıyordu. Şuan kollarımın arasındaydı. Öyle mutlu olmuştum ki heyecandan ne denir bilemedim bile. Bildiğim tek şey hiç korkmadım. Ben bu yola iyilik için çıkmıştım ve yarın iyilik için yola çıkacak on çocuk yetiştirecektim. Başka ne isterdim ki? Annem de benimle gurur duyuyordu. Hissediyordum. O gün nasıl geçti anlamadım bile. Çocuklarla konuştuk, tanıştık. Hava şartları müsaade ettikçe denizin hemen yanında ki çimenlikte, parkta yapıyorduk derslerimizi. Hava soğuk olunca çocuklara evimi açmıştım. Zamanla birbirimize alıştık. Ben onlara okumayı, yazmayı, Türkçeyi öğretiyordum. Onlarda bana unutmaya yüz tuttuğum duyguları. Her gün farklı bir ben keşfediyordum. Ali’ ye bir sürü boyama kitabı aldım. Adin’ e çok sevdiği masal kitabını...

Böyle böyle her çocukla aramda özel bir bağ oluştu. Bende o bağa tutunup yaşamaya devam ettim. Hayat tam da bitti dediğimiz yerde bizi yeniden doğuruyormuş bir kez daha anladım. Öyle ya da böyle dünyaya birbirinden güzel on çocuk armağan etmiştim. Eminim onlar da benden sonra bir armağan verecekti dünyaya. Belki on belki yüz hiç fark etmez. “ İyilik yolları, dürüstlük pusulaları ve adalet en güvendikleri inanç olsun.” Herkes içinde ki Yunus Emre’ye sahip çıksın benim için o yeterliydi.

Bugün hâlâ etrafında olanlara kayıtsız kalmayıp doğan her güne yeniden günaydın diyebilenlere selam olsun...