KAYIP

  • Yazar: Yakup Özgör

  • Rumuz: yakuo34

  • Okulu: Çanakkale/ AYVACIK FEN LİSESİ

  • E-mail: yakup.ozg33@gmail.com

Konu

Kayıp Çise‘nin anlam arayışı yolculuğunda  bulduğu kayıp defterin ona bir nebze yol göstermesi.

Tab Article

    “Kiminle görüşüyorum, kimsiniz? Orda mısınız? Alo!” 
    Güneşin esenlik dilediği bir vakitti. Sarı alev topunun son bir tebessümle vedalaşmasından, epey bir vakit geçmişti. Sarı sıcağın ardından yağmur baş göstermişti. Yağmur mehtabım eşliğinde, yıldızların himayesinde, toprağa büyük bir özlemle düşüyordu.
Gün boyu dağda koyunların başında beklemiş, epeyce yorgun düşmüştü, Çise. Çise, yirmi yaşlarında hiç okula gitmemiş genç bir köylüydü. Babasını on altı yaşlarında kaybetmiş, annesi ile iki odalı bir köy evinde yaşıyordu. Sesizliği severdi Çise. Bundandır ki çobanlığı severdi. 
Gün boyu dağda yeşile boyanan toprağın koynunda durmadan düşünmeyi severdi. Durmadan, soluklanmadan düşünmek; sadece düşünmek…
Bir gün fikirlerinin bir bedene bürüneceğine inanır bunun için sürekli fikir yeşertirdi. Şimdi de aynısını yapıyordu karanlığın hüküm sürdüğü bu vakitte pencereyle ahbap olmuş, çiseleyen yağmura donuk gözlerle bakıyordu. Biraz sonra yatağa girecek, sabahın erken saatlerinde düşünmeye çıkacaktı.
Birden bir vaveyla işitti. Hemen yataktan doğruldu. Bu çığlıklar pekte uzaktan gelmiyordu. Köyü deprem vurmuştu. Evler yıkılmış, hayvanlar kıpırdamaz birer esir olmuşlardı. Korkunç bir manzara karşısında donakalmıştı Çise. Sabahın bu erken saatinde koyunları alıp gitmeyi düşünürken bunun artık mümkün olamayacağını gördü. Elindeki sihirli değnek alınıp da saklamış gibi hissediyordu. Artık başka diyarlara açılmak için yol görünmüştü. “Madem ki değneğim kayıp, o halde bulmalıyım.”. Birkaç gün annesiyle köydekilere yardım ettikten sonra yola koyuldular birkaç yirmi dört saatten sonra batının küçük bir kasabasında iş bulmuş; dünyaya kök salmak istermişçesine, hayata tırnak geçiriyordu.
Bazı zamanların ölümü, bazılarının doğuşu ardından kurslara gitmiş; öğrenmeye olan hasretine bir şeyler tattırmıştı. Çise artık okuyabiliyordu, yazabiliyordu da. Düşünmek değildi artık tek yaptığı eylem. Zincire vurulmuş kollarını, kurtarabilmenin sevinciyle yazıyor, çiziyor ve artık fikirlerini doğurtuyordu. Her sancılı doğumun ardından köşesine çekilip tekrar düşünürdü.
Bir gün iş yerinden geç vakitte çıkmış, sokak lambalarının korumalığında eve doğru gidiyordu. “O da ne?” köşede parlayan bir şey ilişti gözüne. Ağır adımlarla ona doğru yürüdü. Beyaz kaplı bir defterdi bu. Etrafına baktı iyice ama kimsecikler yoktu. Defterin ilk sayfaları siyaha boyanmış, geri kalanları kirlenmesin diye mühürlemişti adeta. Bu tuhaf defteri aldı ve yoluna devam etti. Eve varır varmaz defterin ilk sayfalarını okumaya başladı. 
“Kiminle görüşüyorum?  Kimsiniz? Orada mısınız? Aloo!”
Bu sözler üzerine meraklanmış, günlerdir aç kalan bir kurt misali defterin yazılı kısmını bir çırpıda bitirmeye koyuldu.
“ Ben, ben şey… Sahi bilmiyorum. Kimim?, Nerdeyim?, Nasılım? hiçbir fikrim yok. Savrulmuş bir nesne gibi değersiz, bir kelime misali gerekli… 
Ah dostum! tuhaf bir adamım ben. Geçen soğukta kalmış köpeklere birer parça et vereyim dedim, yan apartmandan biri çattı. Koca bunak! neymiş efendim köpekleri zehirliyormuşum, saçmalık! Kötü bir adam değilim ben. Ah! dur yanlış yapıyorum sanırım. Şu olayları sırasıyla yazmayı öğrenemedim gitti yahu. Oysaki o kadar da anlattı Salih otobiyografi midir, anı mıdır, günlük müdür, nedir? işte nasıl yazılmalı diye elli kere anlattı adamcağız. Neyse burası benim dünyam. Sanıyorum kurallara çok bağlı kalmasak da yargılayacak birileri yok.
Evli, bir çocuk sahibi, mutlu bir adamın ben. Yanlış yazdım. Nasıl siliniyor bu şimdi? Hay Allah! ellerim mürekkep içinde kaldı. Neyse böyle devam edelim evli ve bir çocuk sahibiydim. Oğlum hırsızlıktan içeri girdi. Eşim… birlikte değiliz. Beş sene önce pılını pırtını toplayıp kaçtı. Mutlu olduğum kısmına gelirsek. Ah efendim mutluluğu kim kaybetmiş de biz bulalım. 
Bazı zaman kediler, köpekler sırdaşım olur da sevinirim. Bu yaşıma geldim şu hayvanlar kadar sadık kimseyi tanımadım. Dün pazara gideyim dedim, takılmışlar peşime; pazara kadar takip ettiler. Orda da çıkmasın mı karşıma bu koca bunak! Hiç sevmiyorum. Bir insan bu kadar mı nefret dolu olur. Efendim hayvanları peşime takıyormuşum, pazar yeri oluyormuş hayvanat bahçesi, laflara bak sen. 
Yahu arkadaş, barınak görevlileri geldi de ben mi vermedim. Dışarda nasıl bırakayım bunları. Bir de bu soğukta, olacak iş mi?
Neyse aziz dostum ufak detaylarda kaybolmayalım. Ben en son düşünüyordum yahu. Nereden geldik buraya?
Artık yorulmuş gibi hissediyorum. Varlığını hissettin mi hiç diye sorsalar sanırım verecek cevabım olmaz. Savruldum hep, bir yerden bir yere. Biraz daha düşünmeliyim, kafayı yemek için.
Yansımalar zincirinde bir halka mıyım yoksa? Bilmiyorum, kim olduğumu. Peki ya sen biliyor musun, şu an bu defteri okuyan dost?
Dur dur korkma medyum olduğum falan yok, sadece unutkan, bunak bir adamım ben. Bir köşede unuturum bu defteri eninde sonunda. Olur da birinin eline geçer diye birkaç nasihati hakkım bilirim.
İyi ol dost sadece iyi.
Binlerce güzel eylemi bir çatı altında buluşturan bir kelime, binlerce nasihat ama tek nasihat. İyi ol…” Defter burada son buluyordu. Çise şaşırmış, anlam veremediği bu yolculuktan etkilenmişti. Sanki söyledikleri duyuluyormuş gibi bir yandan yüksek sesle, “bu nasihat kulağıma  küpedir, dost!” diyor öbür yandan defterin temiz yapraklarına,  cevap yetiştiriyormuşçasına yazıyordu.
Yer yer beyaz vakti gelmiş, yerini siyaha bırakıyordu. Yer yer siyah silinip beyaz doğuyordu.