MÜCADELECİ RUH

  • Yazar: Zeynep Doğan

  • Rumuz: k1i2t3a4p5k6u7r8d9u0

  • Okulu: Biga Fen Lisesi Doğa Koleji

  • E-mail: zznnppdogan@gmail.com

Konu

Çocukluğundan beri susturulan Naciye'nin hayata tutunma ve zorluklarla mücadele edip hayallerini gerçekleştirmek istemesinin serüvenini anlatıyor.

Tab Article

      Ben bir göçmen kızı gördüm diye başlıyor ya şarkı işte oradaki kız bendim. Hiç istemediğim bu topraklara ailem kendinden koparıp sürgün etmişti adeta beni.  Daha 19 yaşında hayalleri olan ben, en başından beri hizmetçi olayım diye mi yetiştirilmiştim yoksa. Ne canlar yakılmış ne canlar yanmıştı diyeceğim ama o yakılan ve yanan canların hepsi benimdi, hepsi bendi. Ruhumdan koparılan her bir yaprakta çok fazla incinmiştim de ruhu duymamıştı kimsenin. Sanki o evden bir fazlalıkmış gibi gönderilmiş, bilmediğim topraklardaki bilmediğim bir köyün ortasına gelin düşüvermiştim. Bilmediğim bir adamla evlenmiş, hiç bilmediğim evde mahsur kalmış gibiydim. Adımın anlamı bile kurtulan, selamete kavuşan iken cehennemin ortasında buluvermiştim kendimi. Oysaki isimler insanlarının kaderini değiştirmez miydi? Naciye’ydim ben, bunun üstesinden gelmem gerekiyordu.

      1956 senesinde Yunanistan’ın bir köşesinde tek katlı bir evde başlamıştı hikayem. Daha dedem ezanla kulağıma ismimi fısıldadığında kaderimin elinden kaçamayacağım belirlenmişti. O soğuğun içine bir kor parçası gibi doğmuştum. Benden saçılan ateş parçalarının, canımdan olan insanlara sıçrayacağını bilseydim  gelmek istemezdim elbet ben de. İmtihan dünyası işte insanı nereden nereye sürüklüyordu. Ben, annem, babam ve küçük erkek kardeşim 4 kişilik bir aileydik biz. Çok güzeldik. Annemler tarlada çalışır ben o küçük yaşımda bakardım kardeşime.  Büyük sorumluluklarım vardı fakat bir o kadarda da büyük bir huzur içindeydim. O yaşta yumurta kırdığımı, evi süpürdüğümü, değirmenden un getirdiğimi bilirim fakat en zoru çamaşırlardı.


      Bir süre sonra bizim oradaki Türk okuluna gitmeye başladım. Kapısında kocaman harflerle "Türk Mektebi" hemen altında da Yunancası yazardı. Okuldan girdiğimde hissettiğim o heyecanı asla unutmam. Sanki serin bir günde esen lodos gibi hem içimi ısıtıyor hem de başımı döndürüyordu. 6 sene hep böyle geçmişti, okula her gittiğimde aynı aşkla başlıyordum derslere. Devamsızlık yaptığım bir günü hatırlamam fakat şimdi ise torunlarım okula gitmemek için bahaneler uyduruyorlar. Oysaki bilseler nasıl bir nimet.


      O 6 senede en başarılı öğrencilerden biri olmuştum. Rum hocamız olan o ketum kadın bile severdi beni. “Bundan adam olacak.” derdi. Biz arkadaşlarımızla bir dersi bile çalışmak için çok emek sarf ederdik. Bir tane kitap sıra sıra her hafta bir mahalleyi dolaşır, çocuklarla bir evde toplanıp okurduk. O kadar çocuk, kitabın eline geçmesini beklerdi heyecan, merak ve büyük bir sabırla. Gittiğimiz evdeki ev halkı her çocuğun önüne bir tas süt, yanında da bir parça ekmek verirdi. Süte ekmek doğrayıp yerdik ve o kadar güzeldi ki, özellikle de ekmeğin kabuğu. Tadını hala unutmam.


      Bunların yanında okulda şiddet çoktu. Türk olduğumuz için zaten bizden pek hazzetmezlerdi. Bir günde her dersten 10 almak zorundaydık yoksa kalan sayılar ellerimizde paralanırdı. 8 aldığımızda 2 fiske, 7 aldığımızda ise 3 fiske vurulurdu. En çok da dut ağacının dalları acıtırdı. Bir süreden sonra bu Türk düşmanlığı da arttı tabii. Mesela okulun önündeki tabelada yazan Türkçe isme kocaman kırmızı bir çarpı atıldı. Kitaplarımızın kapağında yazan “Türk öğretmenler birliği tarafından hazırlanmıştır” yazısında Türk kelimesi kapatıldı ve bütün bunlar yaşanırken 6 sene göz açıp kapayıncaya kadar bitmişti. Çok istemiştim liseyi de okumayı, özellikle öğretmen olmayı ama lisede Türkleri Rum derslerinden bırakırlardı, annemler de kız başına okumasın deyince bir terzilik kursuna yazıldım. Okuluma devam edemediğime her ne kadar üzülsem de yılmamıştım. Bir şeyler yapmak bir şeyler öğrenmek bana baldan tatlı gelirdi hep. Orada bir terzinin yanında çırak olarak başladım. Yeni arkadaşlarım, yeni bir uğraşım olmuştu. Her gün bizim orada oturan annesi Yunan, babası Türk olan bir arkadaşım vardı, onun adı ise Eliza’ydı; Onunla yola çıkar, öğlen yemeğini ise terziye yakın olan babaannesinin evinde yerdik. Özellikle Türk yemeklerini ayrı bir güzellikte yapardı kadın. Dönüşte ise ya annemle ya da babamla dönerdim. 5 sene de oraya gittim iş öğrenmeye, ta ki bir akşam babam dönüşte beni alana kadar.


      O gün sabahtan aslında çok güzel başlamıştı. Erkenden kalkmış hazırlanıp sofrayı kurmuştum. Eliza’yı beklerken ise bahçemizdeki elmalardan en kırmızısını bulmuş, onların evine kadar yürümüştüm. Birlikte yola çıktıktan 15-20 dakika sonra varmıştık zaten. O gün tam anlamıyla kupürlü, uzun ve tam o döneme uygun yazlık bir elbise dikmiştim. Ne de olsa kursu bitirme ödevimizdi ama akşam olunca işin rengi değişmişti. Babam eve gelirken, sokaktan geçen kızlara bakan erkekleri görmüş ve ”Sen her gün buradan mı geçiyorsun?” diye kızmıştı bana o gün. O kadar kırılmıştı ki gururum. Amacım sadece bir şeyler öğrenmek, bir şeyler için mücadele etmek iken onun bana yaptığı muamele çok zoruma gitti. Susmak zorunda kaldım, sustum hep sabrettim. Ona da doğruyu gösterecek olan çıkacaktır ve gelip özür dileyecektir benden dedim. O günden sonra 1 hafta daha kursa devam ettim, sonrasında ise ayrıldım. Artık kendi kaftanlarımı dikiyordum ve bir süre sonra da satmaya başladık. O dönemde öyle çok giysi satan yerler yoktu.5 tane de çırak yetiştirdim, en çok da bunun için gurur duyuyordum çünkü hayalim olan öğretmenliği en azından biraz yaşamıştım.


   Hayat böyle akıp geçerken Türkiye’den akrabalarımız çağırdı ziyarete. Yunanistan’dan yol almak bayağı zor olmuştu ama çok şükür vardık. Herkes çok özenli kaftanlarını, takım elbiselerini giymişti. Evdeki kalabalık da bana ayrı bir huzur veriyordu; orada sevdiğim, ablam yerine koyacağım insanlar vardı. 4-5 gün durduktan sonra ziyaretin kısası makbul deyip çıktık yola tekrar. Eve vardıktan 1 ay sonra bir mektup geldi. Beni beğenmişler. Oradaki akrabalarda, bak bu kız temiz bir aile kızı güvenebilirsiniz gibi laflar edince gelecekteki eşimin ailesi beni münasip bulmuşlar oğullarına. Bana ise iki seçenek sunmuşlardı ya evlenip Türkiye’ye yerleşecektim ya da Yunanistan’da beni isteyen birine verilecektim. Ne kadar acıydı kızları, verilecek olan bir eşya hatta duygusuz bir varlık gibi görmeleri. Oysa ben istemiyordum ki kimseyi, evlenmeyecektim. Okumak istiyordum ama Türkiye’de okuyabilirdim ancak. Oraya da annemlerin deyimiyle kız başıma nasıl gidecektim? O sırada Kıbrıs karışıktı ve kızların askere alınımı söz konusuydu. Ortam karışıktı ama çözüm değildi ki evlenmek, bilmediğin bir yerde bir eve sahip olmak. Neden acele etmişlerdi ki, evde kalsam ne olacaktı? İleri geri mi konuşacaklardı arkamızdan. Benden önemli miydi iki çift daha sonra unutulacak olan söz? Değildi işte… Hayatımın başkalarının elinde oyuncak olması ve bilmediğim bir yere gönderilecek olmak kadar tanımadığım bir adam ile evli olmak da korkutuyordu beni. Şu ana kadar kendimi avutmalarım bu şekildeydi çünkü böyle kendimi kandırmasaydım şu koca dünyada annem ve babam da olmayacaktı kalbimde. Olacak olanı seçmek zorunda kaldım. Kışın ortasında açan bir kardelendim ama onu bile soldurdular. Karı delip o kadar zorluğa göğüs gerdim ve başardım derken kökümden söktüler beni. Korku, merak, heyecan ve en önemlisi de ağır mide bulantısı yaşıyordum. Canımdan can sökülüyor, ailemin böyle davranması kalbimi söküp çamura atıyordu ama beni gören yoktu ki.


      8 ay sonra yaşadıkları köyde düğünüme gittim. Pat diye hem de. Her şey o kadar ani gelişti ki yetişememiştim olaylara. Annem nikâhta keramet vardır deyip duruyordu ama onun söyledikleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Şu an bile bu hatıralar içimi dağlıyor, sanki böğrüme öküz oturmuş gibi hissediyorum. O gün bir tarafım ağlayıp yakarmak istiyor, bir tarafım sabret diyor, diğer bir tarafım ise vur kendini bitsin bu çile diyordu. Oysaki asıl çilenin yeni başladığını bilmiyordum. Mide bulantım o kadar ağırlaşmıştı ki kafamdaki beton ağırlığındaki düşünceler beni duygusal bir çöküntüye götürüyordu.


      İlk gelin geldiğim zamanlar bir bakıma iyi davranıyorlardı bana ama o zaman da yabancı bir eve gelmenin rahatsızlığı vardı üzerimde. Eve bile daha alışamadan çarklar tersine döndü. Her gün gelen komşu ve onun gelini, eşimin annesine belli etmeden laflarıyla iğneliyor, o kadın da bunlara inanıyordu. Bir süre sonra eziyetler arttı ama fiziksel bir şiddet değildi onlarınki. Kafamı alaşağı ediyor ve her gün sabrımın sınırını aşıyorlardı. Hep sabrettim o günlerde. Kimsem yoktu. Annem ve babam Yunanistan’da kalıyorlardı, kardeşim desen daha küçük, eşimin anne ve babası da çok cahil ve kendi her bildiğini doğru sanan insanlardı. Eşimin ise okumasına izin vermemişler ve o da o evde kadar yetişebildiyse o kadar yetişmişti ama ne fayda. Allah’tan kötü niyetli biri değildi fakat o da beni anlayamıyordu. Bir ben bir de Allah vardı yanımda. Bütün dualarım, bütün sabırlarım, bütün şükürlerim onaydı. Dua ederek onunla konuşmayı seviyor, bu karanlığın içindeki tek bitmeyen ışığa sarılıyordum. Sabrediyordum çünkü hem başka çarem yoktu hem de buna cesaretim. Hep susturularak büyütülmüştük. Şükrediyordum çünkü elimdekilerle yetinmem gerekiyordu. Elimde Allah’a inancımdan başka bir şey yoktu, ümidimi kesemezdim, Allah’tan ümit kesilmezdi.


      Sonra hamile olduğumu öğrendim. O kadar mutluydum ki o an, böyle bir evde büyüyecek diye üzülememiştim bile. Bana ikinci bir sırdaş geliyor diye çok sevinçliyken büyük bir sorumluluk aldığımızın ve onu evdekilerden koruyacağımın sözünü veriyordum hem bebeğime hem kendime. Ama ben de cahildim o evdekiler gibi fakat bunun bilincindeydim. Bütün hamileliğim boyunca kök söktürdüler bana. Evde oturmak dinlenmek suçtu. Sanki bedavaya hizmetçi almış gibiydiler. - ki hizmetçi olsaydı standartları benden daha yüksek olacağına emindim-Yemeklerden bile artıkları yerdim sırf doyayım diye. O zamanlarda parasızlık vardı çok da alamazdık bir şey yemek için.


       Sonra tam 7. Ayımda bir gün çok iyi hatırlıyorum. Sabah yataktan kalkamayacak haldeydim. Bütün kemiklerim iç içe geçmiş, üstüne yattığım yatak, üstündeki yorgan bile iğne gibi sırtıma batıyorken eşimin annesi geldi. Çamaşır yıkayalım giyilecek bir şey kalmamış diye. En sonunda çok kötü olduğumu böyle bir şey yapamayacağımı söyledim ama orada oturarak yapabileceğimi söyledi. Kıştı ve hava çok soğuk ve sertti. O kışın soğuğunda başladık yapmaya derken 1 saat geçmeden benim kasıklarıma bir ağrı girdi. O kadar canım yanıyordu ki yere çöküp inlemeye başladım. Hemen ardından eşim geldi ve hastaneye yetiştirdiler beni. Bir an acıdan bayılmışım, o anı hatırlamıyorum bile. Uyandığımda ve hekimin sadece şu sözleri hatırımda kaldı: ”Başınız sağ olsun.” Dünyam başıma yıkıldı. O öyle bir acıydı ki onunla kurduğum bütün hayaller bütün sohbetlerimiz ona ördüğüm küçük patikler sahipsiz kaldı. Benim bir hayalim daha sahipsiz kaldı. Canım o kadar acıdı ki sanki biri benim boğazımı sıkıyor da nefes alamıyormuşum, bütün hayatın renkleri birden solmuş gibi oldum. Hastanenin kapısında eşim beni dışarı çıkarırken şuradaki mezarlığa gömdüğünü söyleyerek dedi eliyle bir yeri işaret etti. O zamana kadar mezarlığın önünden bile geçmeye korkan ben o gün toprağı ütünde mezarının başına kıvrılıverecektim oğlumun yanına. Erkekmiş, doğduğunda öğrendik ya da öldüğünde mi demeliyim. İçim kor bir ateş gibi yanıyor, yangınlara dönüşüyor, gözyaşlarım ise onları harlamaktan geri kalmıyordu. Kalbimi söküp atmışlardı sanki. Tabii daha sonra da eziyetler devam etti. Acımasızlardı, kalpsizlerdi.  


      Bir süre sonra acımı kalbime gömmüş, başka amaçlar edinmiştim. Her gün dualar edip her gece namaza kalkıyordum ki o günlerden birinin akşamında sonunda beklediğim rüyayı gördüm. Rüyamda çok aydınlık bir ışık olarak peygamberimizi gördüm. Tam konuşacaktım ki uyanmıştım. Uyandıktan sonra çocuksu bir heyecanla tekrar tekrar gözlerimi kapayıp rüyayı görmeye çalıştım ama olmadı. O gün sanki bütün dertlerime deva, çabalarıma bir karşılık, sabrıma karşı bir ödül gibi gelmişti. Şükürlerimi arttırdım, sabrımı da sırtıma daha güçlü bir kalkan yapıp yoluma devam ettim. Yaşadığım mucizeyi Allah’tan gelen hediye olarak kabul ettikten sonra tahammülüm de artmıştı.


      Sonra tekrar hamile kaldım. Çok şükür ki bu seferki oğlum hayata tutunmayı başardı. Onu öldüremediler. Onlara asla kin tutmadım ama bu bana yaşattıklarını unuttuğumu ve affedeceğimi göstermez. Bir süreden sonra öyle hale gelmiştim ki sırf mahşer günü onların suratını görmemek için hakkımı helal etmeye de razıydım fakat Allah’ın adaleti diye bir gerçek var ve ben bütün hissimi ona havale ettim. Oğlum dört yaşına geldiğinde ise üçüncü hamileliğimi öğrendim ama içim hep bir buruktu. Her şeyi içimde yaşamak zorunda bırakılıyordum ve ilk çocuğumun toprağa verilmesinin üzüntüsünü yaşatmamışlarken hamile olduğumu öğreniyordum. Fakat o da 8 aylıkken dayanamadı. Düşük yaptım. Bilmiyorum belki de içimde tutmuşluklarım, suskunluğum, acımı gösteremeyişim etrafımda beni anlayan bir insanın dahi olmaması öldürüyordu çocuklarımı.


      Aradan yıllar geçti ve eşimin babası rahatsızlandı. Midesi delinmiş. 1 aya kalmadan da öldü. Ne ben ne de oğlum bir damla gözyaşı dökmedik, dökemedik. Ama bu bizim acımasızlığımızı göstermezdi. Başımı hep dik tuttum hep gururluydum, çok şükür bu savaşı da atlattı diye. Eşimin annesi ise 12 yıl daha yaşadı. Sonra o da bir gece hastayken bağıra bağıra canı canından sökülürcesine can verdi aynı kocası gibi. Bizim işlerimiz açıldı, tarlalara ekim yaptık, hasılatlarıyla para kazandık. Ben terziliğe devam edip yaptıklarımı sattım ve bir şekilde devam ettirdik. Oğlumuzu okutmanın derdine düştük. Artık  evdeki tek sorun  iletişimsizlikti ve biz bunu bu güne kadar nasıl devam ettirdiysek öyle devam ettirdik. O kadar alışmıştık ki konuşmamaya bu bizi rahatsız dahi etmedi.


      Yıllar yılları kovaladı, oğlumuz evlendi, 2 tane kız torunumuz oldu. Bir erkekten sonra kızlara bakmayı da deneyimlemiştik. İneklerimizi sattık onlara daha rahat bakalım diye. Tek derdimiz onların hayatını rahata kavuşturmak ve onlarla vakit geçirmek oldu. Yavrumun yavrularıyla hep birlikteyiz artık. O günler geride kaldı olan oldu ölen öldü, kalan sağlarla hayata devam ettik. Şöyle bir dönüp baktığımda o kadar ağır şeyler yaşadım ki. Fiziksel acılar, psikolojik şiddetler tam 24 yıl dile kolaydı resmen. Bu kadar sabırlı olduğumu ben bile bilmiyorum o zamanlar. Hayatı o kadar ağır tecrübelerle öğrendim ki tecrübelerim dualarıma dönmüştü. Torunlarıma dualarımda saklı tecrübelerle iyi dilekler diliyorum. Dua kaderi değiştirir derler. Kim bilir belki de onların hayatlarını, kaderlerini değiştirmemiz için bu zor imtihanlardan geçmişizdir. Şimdi ise birçok kurduğum hayal içerisinden sadece birini gerçekleştirebiliyorum ve hayatımı yazıyorum. En azından o zamanlardaki suskunluğumu artık birilerinin bilmesini istiyorum. Ne okuluma devam edebildim ne de âşık olabildim. Ne öğretmen olabildim ne dilediğimce bir terzi. Ne kaderimden kaçabildim ne de hayatımı yaşayabildim. Hayatımda belki de ilk defa bir hayalim gerçekleştirip bu satırları hayatımdan kesip önünüze koyuyorum. Görün ki size ibret olsun benim gibi olmayın diyorum size. Her hikâyeden, her yaşanmışlıktan bir ders çıkarılır. Susmayın ve sonuna kadar savunun kendinizi, hakkınızı arayın. Yanlış öğrettiler hep bize. Hakkını savunmak saygısızlık değil, bir yaşam mücadelesidir. Aynı benim hayatımın olduğu gibi…