Binbir sıkıntı ve sorun içerisinde birbirlerine sevgiyle bağlanmış olan Zeliha ve çocuklarının hikayesi.
Binbir sıkıntı ve sorun içerisinde birbirlerine sevgiyle bağlanmış olan Zeliha ve çocuklarının hikayesi.
Çalar saatin alışılmış horoz sesine
maruz kalarak uyandı o sabah yine. Ömrünü dayak yiyerek geçirmesine sebep olan
Ruphi’ye baktı nedensizce. Yine yatağın öbür ucunda, tüm yorganı üzerine çekmiş
olan kocasının uyanmasına üç saat vardı. Sıcak yatağından homurdanarak çıktı
Zeliha. Rutin olarak her gece gördüğü rüyayı hatırladı, terliklerini giydi ve
lise son sınıfa giden tek oğlu Mustafa’yı uyandırmak üzere odadan çıktı.
Merdivenlerin gıcırdayan sesleri kulağına
tatlı geldi ilk defa. Holü geçip oğlunun odasının önüne geldi. Kapı kolunu
açmak için kavradığı sırada sabah ezanını işitti ve her zamanki o huzurun
tadına yeniden vardı. İçi huzur dolu şekilde Mustafa’nın üzerinde cübbe ile
mahkeme salonuna girdiğini hayal etti .Oğlunun meslek sahibi olduğunda komşu
kadınlara mağrur bir sesle: ‘’Oğlum
avukat’’ demenin düşünü kurdu. Mustafa
hukuk eğitimi almak istiyordu. Zeliha da dualarını eksik etmiyordu evladından. Mustafa dünyadaki
adaletsizliğe karşı gelmek için doğmuştu sanki. Belliydi. Gelecek günlerin
hayalini bırakıp kendi gününe dönmek için başını usulca iki yana salladı Zeliha
kadın. Kapıdan içeri girdi, seslendi oğluna:
“Kalk Mustafa’m geç kalacaksın, mektep bekler.”
Her sabah bunu Mustafa’ya söylemekten çok
hoşlanırdı.. Ama bunu diğer kızı Şerife’ye de söylemek için nelerini vermezdi. Şerife’nin
de kardeşi Mustafa gibi okula gitmesi, ne kadar yetişkin bir kız olsa da onunla
bir bebekmiş gibi ilgilenebilmek için yapamayacağı şey yoktu. Beş sene önce,
Şerife lise ikideyken sevgilisi Yusuf’la gaddar babası Ruphi’ye yakalandığı
günden beri ne yaptıysa da kızını okula gönderememişti. Yetmemiş, üstüne
kömürlükte babasının onun üzerine uyguladığı türlü işkencelerin tadına
bakmıştı. İşin en kötü yanı Ruphi, kızını sadece bir maşrapa su ile iki gün
boyunca kömürlüğe hapsetmişti. Bunlar aklına gelince üzüldü. Cezası bittiğinde
kızına sarılmak için koştuğu anlar geldi gözünün önüne. Sonra ansızın irkildi
ve Mustafa’ya sefer tası hazırlamak üzere mutfağa gitmek üzere odadan çıktı.
“Akşama güveçte et yap.” diyerek kapıyı çarpıp çıktı evden Ruphi. Konuşmuyordu
Zeliha kocasıyla. İki gün önce yediği
amansız dayaktan mütevellit Ruphi’yle konuşmamak için birçok neden bulabilirdi.
Korkuyordu öncelikle. Ruphi’nin gizlice arkasından gelip Zeliha’nın yüzüne
attığı tekme onun çok ama çok canını yakmıştı. Suratından akan kan iki saat
durmak bilmemişti. Yetmemiş, karısının Darüşşifa’ya gitmesine bile izin vermemişti.
Zeliha’nın hastaneye gitmek için evden kaçtığını fark ettiğinde ise hiddetli
bir şekilde evden çıkmış, yolu yarılayan Zeliha’yı bir kaplan pençesini andıran
iri ve sert elleriyle saçlarından tutup eve kadar sürüklemişti. Mustafa çok
istese de karşı çıkamıyordu babasına; o da korkuyordu çünkü. Babasının annesine
uyguladığı şiddet Mustafa dahil Şerife ve Halide’nin de ömrünü çalmıştı. Halide
her ne kadar beş yaşında olsa da babasının kötü bir insan olduğu o yaşında
bilinçaltına yerleşmişti. Fakat kendileri için her ne kadar şanssız olduklarını
düşünseler bile bir tek Halide için umutları vardı. Küçük oyuncak bebeklerini
kendi aralarında konuştururken ki mutlu yüz ifadesi Zeliha’yı hayata bağlardı. Öyle
ki mutluluğunu bile gizleyemez gider kızına sarılırdı ve içinden binlerce kez
Tanrı’ya şükür ederdi. Bu anıların Şerife’nin de dediği gibi “iç bulandırıcı bir ağırlığı” vardı. Mutfaktan
seslendi annesine:
“Anne !’’
Bir durgunluk
oldu, sonra devam etti:
“Hadi gelsene’’
Şerife sustu. Zeliha mutfağa doğru ağır adımlarla
ilerlemeye başladı. Mutfağa gireceği sırada tezgahın üzerindeki leğenin içinde
yıkanmış, kırılmayı bekleyen taze fasulyeleri fark etti. Evyede domatesleri
sudan geçiren kızına döndü: “Baban güveçte et istiyor.’’ dedi. Bunu söylerken
sesi çok histerik çıkmıştı. Şerife bıçağı sudan geçirdi. Ardından masanın
üzerinde duran yıpranmış havluyla ellerini kurulayıp annesine döndü:
“Değmez.’’ diyebildi sadece. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra
annesinin yüzüne baktı. İşin ciddiyetini annesinin yüzündeki yara izlerinden
anlayabilmişti. Şerife saf bir kızdı. Herhangi bir hadisenin sonuçlarını
anlayabilmek için kanıtlar arardı. Sözü uzatmadı. Sağ tarafında kalan mutfak
raflarının en üstündeki güveç tenceresini uzanıp aldı. Elini kuruladığı havluyu
tekrar eline aldı, kapağının tozunu alelacele silip masaya bıraktı ve kasaptan
et almak üzere pardösüsünü giyip evden çıktı.
Bütün öğleden sonrayı küçük yavrusu Halide ile geçirebilmek için, ciğerinin
derinlerinden gelen acıyı belli etmemekle uğraşıp durdu Zeliha. Diğer iki
çocuğu için zamanında ne kadar uğraşıp didinse de evlatlarının psikolojilerinin
bozulmalarına engel olamamıştı ya da kendi ruh sağlığı bozulmaya yüz tuttuğu
sıralarda çocukları arada kaynamıştı, tam hatırlamıyordu. Her ne kadar
çocuklarının bu duruma gelmesinde en büyük rolü üstlenen kişinin kocası Ruphi
olduğunu bilse de kendisinin de hataları ve ihmalleri olduğunu düşünürdü. O
vakitler Halide daha karnındayken Zeliha , bu üçüncü yavrusunun kaderi
diğerlerine benzemesin diye elinden geleni yapıyordu. Hiç olmadığı kadar
yemesine içmesine dikkat ediyor, gerekli olmadığı takdirde değil ağır kaldırmak
bir koltuğu, bir masayı bile diziyle iteklemiyordu. Kocasının psikolojik
şiddetinin fiziksel şiddete dönmemesi için de onunla aynı evde kaçak dövüş
oynuyordu. Diğer hamileliklerinde yapmadığı ne varsa – karnını okşamak,
karnındaki bebeğe şarkı söylemek, daha dördüncü ayında beşiğini süsleyip hazır
etmek… - Halide için yapmaya
çalışıyordu. Bu yüzdendir ki Halide’nin ağabeyi ve ablasından daha şanslı
olduğunu bilirdi. Aynı şeylerin Halide’nin başına gelmesini istemiyor, bunun
gerçekleşmemesi için çok çaba sarf ediyordu. Bunları düşünürken oturduğu
çekyattan doğruldu ve saatin tam olarak kaç olduğunu görebilmek için ayağa
kalktı, üzerinde en sevdiği saati olan zigon sehpaya doğru ilerledi. Kırk yıldır
sırtında kaya taşımış biri gibi eğildi ve yeniden doğruldu. Saat beşti. Mustafa
her an gelebilirdi. Aldığı eğitimin Mustafa’yı çok yorduğunu düşünürdü hep. Bu
sene üniversite sınavına girecekti. Haksız da değildi. Mustafa hukuk
fakültesine girebilmek için çok çaba sarf ediyor, kafasını dersten
kaldırmıyordu. “Zihin açar.’’ düşüncesi ile mutfağa girdi, oğlunun da çok
sevdiği pekmezli ekmek yaptı. Mustafa’nın yolunu gözlemek üzere perdeyi sıyırdı
ve camdan gelen geçene bakmaya başladı. Sokaktan geçen bir çerçi: “İndirim var’’ diye
bağırıyor, komşuları Refik Bey’in yaramaz oğlu başta olmak üzere beş çocuk
çerçi arabasının peşinden koşup gülüyorlardı. Gözünü başka yere çevirdiğinde
ise ev sahibi Osman Bey’in karısı Leyla Hanım ve onun mahalleden arkadaşları ile
kapılarının önünde sohbet ettiğini fark etti. Zeliha’nın yüzünden bir an, hoşnutluk dolu bir
gülümseme geçti. Leyla Hanım ile aralarında iyi bir diyalog vardı. Sonra birden
canının sıkıldığını fark etti ve portmantodaki sarı hırkasını alıp giyinmeye
koyuldu. Çıkmak üzere dış kapıyı açacağı sırada nasıl göründüğünü merak edip
yeniden içeri girdi. Koridorun sol tarafında duran üst tarafı çatlak aynanın
karşısına geçti ve dışarıdan görenin bile tedirgin olacağı bir biçimde yüzü
solgunlaşıp sarardı. Bir dakika süren sessizliğin ve hareketsizliğin ardından
hırkasını çıkardı ve eski yerine astı. Aynadaki yüzünü fark ettiği sırada
başıboşluk ve hüsran duyguları arasında güçlü bir gelgit yaşadı. Yüzünün
dağılmış halini arkadaşlarının görmesini ve arkalarından konuşmalarını
istemiyordu. Kendisinin de diğer kadınlar gibi neden mutlu olamadığını kendi
kafasında sorgulamaktan çok sıkılmıştı. Nedenini çok iyi biliyordu. Zeliha on
altı yaşında iken zamanının ‘’evlenme çağı’’ algısına kurban gitmişti. Bu
nedenden dolayı babası Zeliha’yı, amcasının oğlu Ruphi’ye vermişti. Ruphi ise
düğün gecesinden başlayarak hoyratlığını Zeliha’ya yaşatmış, karısının ilk
hamileliği süresince “Erkek evladım olacak.’’ diye ortalarda gezinmiş, Şerife
doğduğunda ise lohusa dönemi dinlememiş Zeliha’ya hayatı zindan etmişti. Her
şeye rağmen Zeliha, bebeğine iki katı bağlanmış, onu büyük özen ve sevgi ile
büyütmüştü.
Tam
oturma odasına gidecekken kapı çaldı. Kapıyı açtığında derin bir soluk alıp
gülümsedi. Mustafa sakince gülümsüyordu:
“Hoş geldin Mustafa’m, gir içeri.’’
Sessizce içeri
girdi ve annesine sarılıp hal hatır sordu. Sonra Mustafa’nın elini kurulamasını
bekledi, ceketini aldı ve oğlunu direkt mutfağa sokup pekmezli ekmeğinin tadına
baktırdı. Günlerdir evine erzak girmemesine rağmen oğluna bir haftada yedirdiği
on iki pekmezli ekmeğin on ikisinde de aynı hoşnutluğu yaşamıştı. Mustafa her
pekmezli ekmek yiyişinde sanki binbir çeşit yemeğin tadına bakmış gibi hiçbir
sıkılma belirtisi göstermiyordu. Aslında maddi durumları iyiydi. Ruphi, evlerinin
çok da uzağında olmayan bir şeker fabrikasında çalışıyordu. Maaşı gayet iyiydi.
Bu parayla kiralarını hiçbir sıkıntı çekmeden ödüyor, faturalarını günü gününe
yatırıyorlardı. Fakat maaşın geri kalanıyla kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını
gidermesi gerekirken o, kumarhaneleri ve içki fabrikalarını zengin etmeyi
tercih etmişti. Peşine taktığı onca borç ve bela dolayısıyla ne ailesi ne de
kendisi rahat bir gün yüzü görebilmişti.
Evliliklerinin ilk yıllarında Zeliha
her ne kadar engel olmaya çalışsa da düğünlerinde kendilerine takılan altın ve
paralara “kara gün rızkı’’ gözüyle bakmamış, kısa bir sürede hepsini çarçur
etmişti. Beş sene önce de “çok güvenilir’’ diye hitap ettiği tefeciden borç
almıştı. Ödeyemeyince de tefecinin adamları eve gelip Ruphi’yi yaka paça
götürmüş ve bir haftaya yakın da tuttukları izbe bir barakada kim olduklarını
bir güzel belletmişlerdi Ruphi’ye. Hırpani kılığıyla ; yüzündeki , kol ve
bacaklarındaki jilet izleriyle , yarısı kazınmış saçıyla , epeyce de zayıflamış
vücuduyla evinin kapısına vardığında saat gece üçü geçiyordu. Gecenin o
saatinde çalan kapıya fırlayan Zeliha, gelenin kocası olduğunu düşünüp niyedir bilinmez
bir rahatlama duydu. Merdivenlerden aşağı indi ve kapıyı açtı. Düşündüğü gibi
gelen kocasıydı. Ama ayakta değil yerdeydi. Zeliha, kocasını hiç bu kadar düşmüş
görmemişti. Zeliha, cılız bedeniyle yere
eğilip kocasını zor bela merdivenlerden taşıdı ve yatağına yatırdı. Zeliha sabaha kadar uyumadı, kocasının yaraları
ile ilgilendi, onun kah inlemelerine kah sayıklamalarına kulak verdi. Ruphi iyileşene kadar üç dört hafta boyunca
evden çıkmadı, hep dinlendi. Bu üç dört hafta içerisinde kocasının değişik
hareketler sergilediğini fark etti Zeliha. Kocası gereksiz yere bağırmıyordu
evde artık. Hatta hiç bağırmıyordu. Süt dökmüş kedi misali solandaki sarı
çekyatlarında uzanıyordu. Bu olaydan sonra Zeliha kocasının uslanacağını
düşündü ya da öyle olmasını umut etti. Ama öyle olmayacağını adı gibi
biliyordu. Ruphi iyileştiği sıralarda tekrardan içki diye tutturdu. Evde kırıp
dökmeler tekrardan başladı. Ne elde
avuçta para ne de Zeliha’da sabır
kaldı.
O akşam
yemek hazırdı. Herkes acıkmış bir vaziyette oturma odasında oturmuş, Ruphi’yi bekliyordu. Onlara kalsa çoktan yemeklerini
yerlerdi fakat Ruphi’den önce yemeklerini yemenin başlarına açacağı hadiseleri
bildiklerinden böyle bir harekete kalkışmaya cesaret edemiyorlardı. Yaklaşık
altı yedi sene önce Ruphi yine eve geç gelmiş, diğer aile fertlerinin
kendisinden önce yemek yediklerini görünce çılgına dönmüş, sinirini de
Zeliha’yı döverek çıkarmıştı. O günden bu güne her akşam yemeğinde Ruphi
gelmeden yemeğe ellerini sürmezlerdi. Bu sebeple yemek yemek için Ruphi’yi
bekliyorlardı. Evde süren bu uzun sessizliği ansızın çalan kapı zili bozdu.
Şerife kapıyı açmaya gitti:
“Hoş geldin baba.’’ dedi.
Ruphi eve adımını attı, Şerife’ye montunu verdi ve
ellerini yıkamak için banyoya gitti. Zeliha tenceredeki et yemeğini tabaklara
pay etmeye başladı. Masayı hazırladı ve herkesi sofraya çağırdı. Herkes masaya
oturdu. Ardından Ruphi geldi. Her zamanki
köşesine oturdu ve “Bismillah’’ diyerek kaşığı eline aldı, tabağına
daldırdı, tepeleme doldurduğu kaşığı ağzına götürdü . Bir iki saniye çiğnedi ve
ansızın dışarıdan görenin midesinin bulanacağı şekilde ağzındaki yemeği sofranın
tam ortasına tükürdü. Yemeğinin salçasının kırmızıya dönüştürdüğü tükürüklerini
saçarak :
“Allah belanı versin beceriksiz karı ! ‘’ diye
Zeliha’ya şiddetle bağırdı. Çocuklar korkmuştu. Mustafa, Halide’yi odasına
götürdü. Şerife de annesini babasından korumaya çalışıyordu. Onlar, neler olup
bittiğini anlamadan olanları seyrederken Ruphi, hızlıca mutfağa gitti ve elinde
ekmek bıçağıyla geri döndü. Şerife bıçağı görür görmez amansız bir çığlık attı
ve Mustafa da babasının peşinden koştu. Ruphi hızlıca geldi ve Zeliha’nın karın
bölgesine bıçağı hızlıca batırdı. Onlar hala neler olup bittiğinin farkında
değilken Şerife’nin annesinin karnının üzerinde duran o bıçağı görmesiyle kopardığı
feryatlar tüm mahallenin toplanmasına neden oldu. Herkes Zelihaların evine
doğru koşarken Ruphi o hengame arasında başına gelecek hadiseleri bildiğinden
hemen evin bahçeye açılan arka kapısını kullandı ve hızlıca oradan kaçıp
uzaklaştı.
Gözlerini açtığı esnada hemşire, koluna yeni serum takıyordu. Azıcık
kendine gelebilmek için hastane odasının tavanına gözlerini delilercesine
kırparak boş boş baktı. Yattığı sedyeden doğrulmaya çalıştı fakat başarılı
olamadı. Kendisini pek de rahat olmayan sedyenin üzerine usulca bıraktı. Çok
yorgundu. Hayat onu yormuştu. Yaşamak onu yormuştu. İnsanlar onu yormuştu.
Üstüne üstlük karnındaki bıçak yarası Allah’ın ona yazdığı meçhul kaderin tuzu
biberi gibi bir şeydi. Ne yapacağını, neler olacağını bilemez bir halde yatakta
öylesine uzanıyordu. Çürümüş zannedilecek derecede solmuş yüzünü sağ tarafına
çevirdi ve bir an evvel iyileşmek için dua etti. Görüş açısına giren karşı
duvarın üst kısmında asılı duran manzara resmini bir süre inceledi ve ardından
gözlerini kapayarak kendini uykunun masum kollarına bıraktı.
Zeliha’nın karnındaki dikiş izleri onun rahat
hareket etmesine engel oluyordu. Bu nedenle hastaneden taburcu olduğu günden
beri oturma odasındaki o sarı çekyatta istikrarlı bir şekilde uzanarak vücudunu
dinlendirmeye devam ediyordu. Bu hadise şu ana kadar yaşadığı en büyük hadise
idi. Üstelik kocası Ruphi’nin akıbetini bile bilmiyordu. Hayatları, bir yöne
sürüklenen fakat hangi yöne sürüklendiğini bilmeyen okyanusun ortasındaki
sandal misaliydi. Başına daha neler geleceğini, neler olup biteceğini bilmeden
o sarı çekyatta öylesine uzanıyordu.
Annesinin yaşadığı bu hadiselerin
izini bir nebze olsun silmek için evin yönetimini devraldı. Evdeki tüm
yemekleri kendisi yapıyor, evin temizliğini yalnız, kendi başına yapıyor ve
Halide’nin bütün bakımını yine kendisi üstleniyordu. Mustafa ise ailesinin
başına gelen bu olumsuzlukları elinden bir şey gelmediği için düşünmemeye
çalışıyor, sadece kendisi derslerine vermeye çalışıyordu. Üniversite sınavına
sadece iki hafta kalmıştı ve bu nedendendir ki artık kafasını dersten hiç kaldırmıyordu.
Bu olanlar onlar için çok büyük bir imtihandı. Hayat bir imtihandı. Yaşamak bir
imtihandı. Üstüne üstlük tüm bu zorlu badirelerin, onların karşısında kum
tepesi gibi bir şey oluşturması hiçte işten değildi. Çünkü o kum tepesinin altı
doluydu. O koca kum tepesinin altında yüreği kocaman fakat mutluluktan mahrum
edilen bir aile vardı. O koca kum tepesinin altında Zeliha ve çocukları vardı. Ruphi’nin
ortalardan kaybolmasıyla artan kira borçları da Zeliha ve çocuklarının üzerindeki
kum tepesine dökülmeye başlamıştı. Zamanla ağırlık yapan bu kum tepesi artık
bir kum saatine dönüşmüştü.
Bir nebze olsun tüm bu zorluklardan
kurtulma inancı ile Zeliha ve Şerife, Feriköy’de bulunan küçük bir konfeksiyon
fabrikasında işe başladılar. Her gün sabah namazı vaktinde kalkarlar,
namazlarını kılıp hazırlıklarını tamamladıklarında Halide’yi de yanlarında
götürürlerdi. Onlar kumaşları belli bir kalıba sokarken Halide de onlara yardım
eder, getir götür işlerini o yapardı. Belli bir süre sonra maaşlarının
kendilerine yetmediğini fark eden Mustafa, annesinin şiddetle karşı çıkmasına
rağmen akşam pazarlarında limon satmaya başladı. Öğleden sonra okuldan gelir
gelmez üstünü değişir ardından koşa koşa küçük tezgahını ve ders notlarını
alarak pazarın yolunu tutardı. O gün de, buz gibi havada ailesini şu zorlu
durumdan kurtarmak uğruna üniversite sınavı olmasına rağmen limon tezgahının
başında, biri gelir umuduyla öylesine bekliyordu. Bir elini üşümemek için pantolonunun
cebine koymuş, diğer elinde ise ders notları, genel tekrarını yapıyordu.
Ardından bir ses onu irkiltti. Sesin geldiği yöne baktığında karşısında duran
yaşlı bir adam ile karşılaştı. Ne olduğunu anlayamayan Mustafa, müşterisinin
ona söylediği ölçüde bir poşet hazırladı, ardından tezgaha eğildi, poşete
limonları doldurmaya başladı. Bunu yaparken bir yandan şaşkındı ama diğer
yandan da mutluydu. Çünkü karşısındaki yaşlı adam, tezgahta bulunan tüm limonların
neredeyse yarısını istemişti. İlk poşeti büsbütün limonla doldurduktan sonra
ikinci poşeti eline aldı, ağzını açmak için gelişigüzel silkeledi ve tekrardan
limonları usulca poşete doldurmaya başladı. Adamın tarifine uyacak şekilde
poşetleri hazırladı, adama uzattı. Adam poşetleri pazar arabasına yerleştirdi
ve cüzdanını çıkardı. İçini açtı ve yüz lirayı çıkarıp Mustafa’ya verdi:
“Üstü kalsın evladım. Hayırlı günler.’’ dedi ve
hızlıca oradan uzaklaştı. Mustafa kısa süreli bir şok yaşadı, olduğu yerde
kalakaldı. Bir elindeki paraya baktı, bir de tezgahına baktı. Tekrardan
elindeki paraya baktı ve tekrardan tezgahına baktı. Hayretler içerisinde
elindeki parayı küçük para kesesinin içine attı ve yerine oturdu. Karşıdan
görenin endişeleneceği şekilde yüzü beyazladı ve dudakları, gamzelerini
çıkararak sol üst köşeye doğru usulca kıvrıldı. Mustafa gülümsüyordu.
Başına gelen bu beklenmedik talih,
Mustafa’nın mallarını erkenden bitirmesini sağladı. Tezgahını topladı ve evine
doğru yol almaya başladı. Yüzünde güller açmış vaziyette sağa sola bakıp
insanları inceliyordu. Evine yaklaştığı sırada, sokağın başındaki bakkalı
hatırladı ve oraya yönelip içeri girdi. Herkese bir adet olmak üzere toplam
dört adet çikolata aldı. Parasını ödedi ve eve gelip kapıyı çaldı. Kapıyı
Halide açtı. Mustafa, Halide’yi görür görmez onu kucağına aldı, sarılıp kokladı.
Havada biraz sallayıp küçük kardeşini eğlendirdikten sonra yavaşça yere
bıraktı. Elindeki poşetin ağzını açtı ve içinden bir adet çikolatayı çıkarıp
kardeşine uzattı. Halide çikolatayı gördü, eline aldı ve ağabeyine sarılıp evin
içinde sevinç turları atmaya başladı. Annesinin seslenmesi üzerine mutfağa
yöneldi. Meyve doğrayan annesine sarıldı, hal hatır sordu ve yanına bir
sandalye çekti, oturdu. Bugün başına gelenleri en ince ayrıntısına kadar
anlatmaya başladı. Montunun iç cebinden bugünün kazancı olan para kesesini
çıkarıp annesine verdi. Zeliha, para kesesini açmadan masanın üzerine bıraktı
ve mutfaktan çıkıp kendi odasına girdi. Bir dakika sonra o da elinde bir kese
ile geri döndü. İki keseyi de masanın üzerine boşalttı ve Mustafa ile birlikte dökülen
paraları saymaya başladılar. Saymalarını bitirdikten sonra ana oğul
birbirlerine baktılar. Ardından mutlu bir şekilde birbirlerine sarıldılar.
Nihayet o ayın kirasını ödeyebileceklerdi.
O akşam herkesi mesut bir hal sarmıştı.
Kiralarını ödemenin verdiği mutluluk ile Zeliha, çocuklarına yemekler ve
tatlılar yapmıştı. Kendilerine bahşedilen bu saadet, emrivaki olduğundan dolayı
Ruphi’nin eksikliği kendini çokça belli ediyordu. Evin o eski canhıraş havası
yerini mutluluğa bırakmış, artık her aile ferdi hudutları aşmaksızın kendi
diledikleri gibi davranmaya başlamıştı. Onlar, bu mazhar hallerinin tadını
sonuna kadar çıkartıyorlardı. Zeliha o akşam Halide ile oyunlar oynamış, Şerife
kendi çeyizine koymak amacıyla çeşitli örgüler örmeye başlamış, Mustafa ise her
zamanki gibi aralıksız şekilde hazırlandığı sınavına o akşam da vakit
ayırmıştı. Artık yatma vakti gelmiş ve herkes yataklarına çekilmişti. O gece
çocukların hepsi uykularını rahatça çekmiş bir tek Zeliha merakının şiddetinden
uyuyamamıştı. Ona bu kadar işkence etmesine , hayatı kendisine ve
yavrularına zehir etmesine rağmen hala
kocasını düşünüyor: ‘’Kim bilir şuan nerede, ne yapıyor ? ‘’ diye içi içini
yiyordu. Hatta gözü Ruphi’nin gereksiz zapturatını arıyor ve bunu kendisine
zaruri görüyordu. Fakat bir zamanlar ihtimal dahilinde bile olmayan bu huzurlu
ev hayatını, artık kendileri için vazgeçilmez görüyordu
Sınav günü geldi çattı. Artık tüm
hazırlıklar tamamlanmıştı. Mustafa o gün çok erkenden kalkmış, kahvaltısını
yapmış ve annesinin mahalle imamına okuttuğu pirinçleri zorla yemişti. Acemi
heyecanı, kalbinin yerinden çıkar gibi çarpması ise Mustafa’nın gözüne bakılınca
anlaşılabilirdi. Öyle ki heyecanına
yenilip tüm bildiklerini unutma endişesini yaşamaktan korktuğu için son gece
hiç ders çalışmamış, kafasının dağılması için romanını okumaktan başka hiçbir
şey yapmamıştı. Uykusu bastırınca da direkt uyumuştu.
Üniversite sınavının sebebiyet verdiği bu tatlı heyecan sadece
Mustafa’yı değil bütün aileyi sarmıştı. Halide bile o küçücük elleriyle
ağabeyinin kazanması için dualar ediyordu. Şerife ve Zeliha ise Mustafa’nın
Allah’ın izniyle sınavdan başarıyla çıkması için yanlarına küçük bir dua kitabı
almıştı. Sınava gireceği okul, yakın olduğundan yürüyerek gitmeye karar
verdiler. Yürürken Zeliha konuşmalarında daldan dala atlayarak oğlunun sınav heyecanını
yenmesine gayret ediyordu.
Sınav yerine geldiklerinde sınavın başlamasına az bir süre kalmıştı.
Bundan dolayı hiç bahçede beklememiş, annesinin ve kardeşlerinin öpücüklerinden
sonra direkt sınav binasına girmişti. Zeliha, asıl yükün oğlunun omuzlarında
değilmiş de kendi omuzlarındaymış gibi olduğu hissine kapıldı. Oğlu binaya
girer girmez öyle bir stres oldu ki bir
anda ağlamaya başladı. Yere diz çöktü ve dualar etmeye başladı. Şerife’nin
annesini sakinleştirmesi üzerine okulun bahçesinde bulunan bir banka oturdular
ve dua kitabını açıp okumaya başladılar.
İki
saat onlar için iki yıl kadar yavaş geçti. Mustafa sınavdayken sürekli dua
etmekten başka bir şey yapmadılar. Mustafa’nın sınavı bitip de binadan
çıktığında ise Zeliha giriş kapısına kadar koştu ve oğluna gurbetten
gelmişçesine sarıldı :
“Mustafa’m , oğlum. Bana güzel haberler ver Mustafa’m
!”
Mustafa annesinin bu halini görünce istemsizce güldü.
:
“Şükürler olsun ki güzel geçti.’’ dedi ve annesinin
alnından öptü.
Zeliha’nın yaşadığı hudutsuz mutluluğun tarifi imkansızdı. Üzerinden
büyük bir yük kalkmıştı. Yine bir işi başarmalarının vermiş olduğu özgüven ile
evlerine doğru yürümeye başladılar.
Son birkaç haftadır keyfini
sürdükleri refah ve mesut hal, onlar için şaşılacak şeydi. Yaşadıkları bu mutlu
zamanları başlarda olduğu gibi yadırgamıyor ve sorgulamıyorlardı. Ruphi ise
onlar için uzak bir geçmişte kalmıştı. Ruphi’nin yüzü de sesi de yaşattıkları
da hafızalarından gün be gün siliniyordu. Sanki hiç olmamıştı Ruphi.
Hava kararmış, akşam olmuştu. Mustafa’nın çalışması bitmiş, annesi ve kardeşleri ile ilgilenecek
zaman kendisine bahşedilmişti. Önündeki tek engel hayalindeki üniversiteye ve
bölüme girebilmekti. Sınav sonuçlarını beklemekten başka yapacak bir şeyi
yoktu. Bu yüzden kafasını ders dışındaki şeylere açması, vaktini sosyal hayata
ayırması onun için artık bir ferah ve huzur göstergesiydi. En son kendini bir
sene önce bu kadar rahat hissetmişti. Bir sene boyunca neredeyse esir hayatı
sürmüş, kafasını dersten kaldırmamıştı.
O
gün mutlu bir gün geçirmelerinin şerefine Zeliha, ekmek kadayıfı yapmış ve Mustafa’nın
sınavının iyi geçmesini kutlamışlardı. Yine mutlu bir akşam geçirmişlerdi.
Yatma vakti geldiğinde kapıları çalındı. Şerife kapıyı açmaya gitti. Önce
delikten baktı. Gelenin yan komşu olduğunu gördüğünde ise rahat bir nefes
alarak kapıyı açtı.
Komşu kadın, endişeli
bir halde Şerife’ye Zeliha’nın nerede olduğunu sorduğunda ise Şerife
telaşlanarak önce tereddüt etmiş ardından annesinin salonda olduğunu
söylemişti. Komşu kadın salona girdikten sonra telaşlı bir vaziyette Zeliha’nın
yanına oturdu :
“Zeliha, haberlerim var sana ! Neler olmuş neler !”
“Ne oldu Ayşe kadın ? Telaşlandırma insanı da anlat
hele !”
Komşu kadın Zeliha’ya Ruphi’nin iki gün önce bir adam
öldürdüğünü ve polislerin Ruphi’yi bularak tutuklayıp cezaevine attığını
söyledi. Zeliha olanları duyunca önce donakaldı, beş saniye geçmeden yere
düşerek bayıldı. Çocuklarının uğraşları üzerine yarım saat sonra anca kendine
gelebildi ve duyduklarını sindirmeye çalıştı Ardından gözyaşlarını tutamadı ve
kocasının düştüğü vaziyete çok üzüldü. Yirmi sene aynı yastığa baş koyduğu kocasının
hapiste olması Zeliha’nın yüreğini yerle yeksan etmişti. Ruphi’nin Zeliha’yı
insan yerine koymaması, onu sürekli hor görmesi bile Zeliha’yı düşüncelerinden
caydırmamış, içindeki merhamet duygusunu Ruphi için harekete geçirmişti. Kocasının
bir an evvel bulunduğu cehennemden kurtulması için dualar etmeye başlamıştı
bile Zeliha. Dünya böyleydi işte, fani dünyada ettiğini misliyle alıyordun.
Allah kiminin cezasını ahrete bırakıyordu kiminkini de Ruphi’de olduğu
gibi daha yaşarken ödetmeye başlıyordu.
Ruphi’nin hapse atılması Zeliha’yı üzmüştü elbet. Ama kocasının artık
hayatlarının içine teklifsizce giremeyeceğinden dolayı, dört duvar arasında
geçirdiği yıllarda belki aklı başını gelir düşüncesiyle de içten içe bu olaya
memnun olmaya başlamıştı. O akşam komşu kadının getirdiği bu kara haberin de
acılığı zamanla geçti ve Zeliha çocuklarıyla kurduğu kendi küçük dünyasının
telaşına, rutin işlerine döndü. Onların gündeminde Mustafa’nın sınav sonucu
vardı.
Yerleştirme sonuçlarının açıklanacağı günün
sabahını zor getirmişlerdi. Güneş doğar doğmaz kahvaltı yapmadan alelacele
evden çıktılar. Otobüse bindiler ve Beyazıt’ta indiler. İstanbul
Üniversitesi’nin kapısından girdiler ve koşa koşa hukuk fakültesi binasının
kapısının önüne geldiler. O kadar çok kalabalık vardı ki herkes fakülte
kapılarının önünde asılı duran isimlere bakmaya çalışıyor, bu nedenden dolayı
hengame oluşuyordu. Kimileri kendi adlarını listede görünce sevinç nidaları
atıyor, kimileri ise kendi isimlerini göremeyince boynu bükük bir biçimde okulu
terk ediyordu.
Mustafa tüm kalabalığı yararak fakülte kapısının önüne kadar geldi. İşte
tüm isimler karşısındaydı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Heyecandan gözünü
direkt ortalarda yer alan isimlere kaydırdı. Kendi ismini göremeyince baştan
bakmaya başladı. Aşağılara inmeye gerek kalmadan en başta bir isim dikkatini
çekti.
1-Mustafa BOYACI
Gözlerini peş peşe kırpıştırarak tekrardan baktı.
1-Mustafa BOYACI
En başta Mustafa BOYACI yazıyordu.
Sessizlik
Heykel misali öylece karşısındaki kağıda bakıyordu.
Birinci sıradaki isme yeniden baktı.
1-Mustafa BOYACI
Ağlamaya başladı. Önce usul usul döküldü yaşları.
Sonra tüm şiddetiyle, omuzlarını sarsarak, hıçkırıklara boğularak, şekeri
elinden alınan çocuklar misali ağlamaya başladı.
İstediği üniversiteyi ve istediği fakülteyi kazanmış, üstüne üstlük
birinci sıradan girmişti. Tekrardan kalabalığı yararak annesine doğru koşmaya
başladı. Gözlerinden akan sevinç gözyaşlarını annesine sarılarak onun omzuna
sildi ve ikisi de ağlamaya başladı. Mustafa’yı dışarıdan gören üniversiteyi
kazanamamış sanırdı. Oysaki o sevinç gözyaşları, hayatlarının kurtulduğunun
göstergesiydi. Mustafa’nın adam olduğunun göstergesiydi. Zeliha’nın oğlu ile
gurur duyduğunun göstergesiydi. Mutluluğun göstergesi, kazanılmış zaferin
göstergesiydi.
O koca kum tepesinin altı artık
boştu. Artık o koca kum tepesinin altında yüreği kocaman fakat mutluluktan
mahrum edilen bir aile yoktu. O koca kum tepesinin altında artık Zeliha ve
çocukları yoktu. Mustafa üniversiteyi kazandı. Kum saati kırıldı. Gün geldi, devran
döndü.