Saadete Hacet

  • Yazar: Yaşar Ağaoğlu

  • Rumuz: yasaragaoglu

  • Okulu: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi

  • E-mail: yasaragaogluu@gmail.com

Konu

Binbir sıkıntı ve sorun içerisinde birbirlerine sevgiyle bağlanmış olan Zeliha ve çocuklarının hikayesi.

Tab Article

Çalar saatin alışılmış horoz sesine maruz kalarak uyandı o sabah yine. Ömrünü dayak yiyerek geçirmesine sebep olan Ruphi’ye baktı nedensizce. Yine yatağın öbür ucunda, tüm yorganı üzerine çekmiş olan kocasının uyanmasına üç saat vardı. Sıcak yatağından homurdanarak çıktı Zeliha. Rutin olarak her gece gördüğü rüyayı hatırladı, terliklerini giydi ve lise son sınıfa giden tek oğlu Mustafa’yı uyandırmak üzere odadan çıktı.

 Merdivenlerin gıcırdayan sesleri kulağına tatlı geldi ilk defa. Holü geçip oğlunun odasının önüne geldi. Kapı kolunu açmak için kavradığı sırada sabah ezanını işitti ve her zamanki o huzurun tadına yeniden vardı. İçi huzur dolu şekilde Mustafa’nın üzerinde cübbe ile mahkeme salonuna girdiğini hayal etti .Oğlunun meslek sahibi olduğunda komşu kadınlara  mağrur bir sesle: ‘’Oğlum avukat’’ demenin düşünü kurdu.  Mustafa hukuk eğitimi almak istiyordu. Zeliha da dualarını eksik etmiyordu evladından. Mustafa dünyadaki adaletsizliğe karşı gelmek için doğmuştu sanki. Belliydi. Gelecek günlerin hayalini bırakıp kendi gününe dönmek için başını usulca iki yana salladı Zeliha kadın. Kapıdan içeri girdi, seslendi oğluna:

“Kalk Mustafa’m geç kalacaksın, mektep bekler.”

 Her sabah bunu Mustafa’ya söylemekten çok hoşlanırdı.. Ama bunu diğer kızı Şerife’ye de söylemek için nelerini vermezdi. Şerife’nin de kardeşi Mustafa gibi okula gitmesi, ne kadar yetişkin bir kız olsa da onunla bir bebekmiş gibi ilgilenebilmek için yapamayacağı şey yoktu. Beş sene önce, Şerife lise ikideyken sevgilisi Yusuf’la gaddar babası Ruphi’ye yakalandığı günden beri ne yaptıysa da kızını okula gönderememişti. Yetmemiş, üstüne kömürlükte babasının onun üzerine uyguladığı türlü işkencelerin tadına bakmıştı. İşin en kötü yanı Ruphi, kızını sadece bir maşrapa su ile iki gün boyunca kömürlüğe hapsetmişti. Bunlar aklına gelince üzüldü. Cezası bittiğinde kızına sarılmak için koştuğu anlar geldi gözünün önüne. Sonra ansızın irkildi ve Mustafa’ya sefer tası hazırlamak üzere mutfağa gitmek üzere odadan çıktı.

                “Akşama güveçte et yap.” diyerek kapıyı çarpıp çıktı evden Ruphi. Konuşmuyordu Zeliha kocasıyla. İki  gün önce yediği amansız dayaktan mütevellit Ruphi’yle konuşmamak için birçok neden bulabilirdi. Korkuyordu öncelikle. Ruphi’nin gizlice arkasından gelip Zeliha’nın yüzüne attığı tekme onun çok ama çok canını yakmıştı. Suratından akan kan iki saat durmak bilmemişti. Yetmemiş, karısının Darüşşifa’ya gitmesine bile izin vermemişti. Zeliha’nın hastaneye gitmek için evden kaçtığını fark ettiğinde ise hiddetli bir şekilde evden çıkmış, yolu yarılayan Zeliha’yı bir kaplan pençesini andıran iri ve sert elleriyle saçlarından tutup eve kadar sürüklemişti. Mustafa çok istese de karşı çıkamıyordu babasına; o da korkuyordu çünkü. Babasının annesine uyguladığı şiddet Mustafa dahil Şerife ve Halide’nin de ömrünü çalmıştı. Halide her ne kadar beş yaşında olsa da babasının kötü bir insan olduğu o yaşında bilinçaltına yerleşmişti. Fakat kendileri için her ne kadar şanssız olduklarını düşünseler bile bir tek Halide için umutları vardı. Küçük oyuncak bebeklerini kendi aralarında konuştururken ki mutlu yüz ifadesi Zeliha’yı hayata bağlardı. Öyle ki mutluluğunu bile gizleyemez gider kızına sarılırdı ve içinden binlerce kez Tanrı’ya şükür ederdi. Bu anıların Şerife’nin de dediği gibi  “iç bulandırıcı bir ağırlığı” vardı. Mutfaktan seslendi annesine:

“Anne !’’

 Bir durgunluk oldu, sonra devam etti:

“Hadi gelsene’’

Şerife sustu. Zeliha mutfağa doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı. Mutfağa gireceği sırada tezgahın üzerindeki leğenin içinde yıkanmış, kırılmayı bekleyen taze fasulyeleri fark etti. Evyede domatesleri sudan geçiren kızına döndü: “Baban güveçte et istiyor.’’ dedi. Bunu söylerken sesi çok histerik çıkmıştı. Şerife bıçağı sudan geçirdi. Ardından masanın üzerinde duran yıpranmış havluyla ellerini kurulayıp annesine döndü:

“Değmez.’’ diyebildi sadece. Kısa bir sessizlik oldu. Sonra annesinin yüzüne baktı. İşin ciddiyetini annesinin yüzündeki yara izlerinden anlayabilmişti. Şerife saf bir kızdı. Herhangi bir hadisenin sonuçlarını anlayabilmek için kanıtlar arardı. Sözü uzatmadı. Sağ tarafında kalan mutfak raflarının en üstündeki güveç tenceresini uzanıp aldı. Elini kuruladığı havluyu tekrar eline aldı, kapağının tozunu alelacele silip masaya bıraktı ve kasaptan et almak üzere pardösüsünü giyip evden çıktı.

               Bütün öğleden sonrayı küçük yavrusu Halide ile geçirebilmek için, ciğerinin derinlerinden gelen acıyı belli etmemekle uğraşıp durdu Zeliha. Diğer iki çocuğu için zamanında ne kadar uğraşıp didinse de evlatlarının psikolojilerinin bozulmalarına engel olamamıştı ya da kendi ruh sağlığı bozulmaya yüz tuttuğu sıralarda çocukları arada kaynamıştı, tam hatırlamıyordu. Her ne kadar çocuklarının bu duruma gelmesinde en büyük rolü üstlenen kişinin kocası Ruphi olduğunu bilse de kendisinin de hataları ve ihmalleri olduğunu düşünürdü. O vakitler Halide daha karnındayken Zeliha , bu üçüncü yavrusunun kaderi diğerlerine benzemesin diye elinden geleni yapıyordu. Hiç olmadığı kadar yemesine içmesine dikkat ediyor, gerekli olmadığı takdirde değil ağır kaldırmak bir koltuğu, bir masayı bile diziyle iteklemiyordu. Kocasının psikolojik şiddetinin fiziksel şiddete dönmemesi için de onunla aynı evde kaçak dövüş oynuyordu. Diğer hamileliklerinde yapmadığı ne varsa – karnını okşamak, karnındaki bebeğe şarkı söylemek, daha dördüncü ayında beşiğini süsleyip hazır etmek… -  Halide için yapmaya çalışıyordu. Bu yüzdendir ki Halide’nin ağabeyi ve ablasından daha şanslı olduğunu bilirdi. Aynı şeylerin Halide’nin başına gelmesini istemiyor, bunun gerçekleşmemesi için çok çaba sarf ediyordu. Bunları düşünürken oturduğu çekyattan doğruldu ve saatin tam olarak kaç olduğunu görebilmek için ayağa kalktı, üzerinde en sevdiği saati olan zigon sehpaya doğru ilerledi. Kırk yıldır sırtında kaya taşımış biri gibi eğildi ve yeniden doğruldu. Saat beşti. Mustafa her an gelebilirdi. Aldığı eğitimin Mustafa’yı çok yorduğunu düşünürdü hep. Bu sene üniversite sınavına girecekti. Haksız da değildi. Mustafa hukuk fakültesine girebilmek için çok çaba sarf ediyor, kafasını dersten kaldırmıyordu. “Zihin açar.’’ düşüncesi ile mutfağa girdi, oğlunun da çok sevdiği pekmezli ekmek yaptı. Mustafa’nın yolunu gözlemek üzere perdeyi sıyırdı ve camdan gelen geçene bakmaya başladı. Sokaktan geçen bir çerçi: “İndirim var’’ diye bağırıyor, komşuları Refik Bey’in yaramaz oğlu başta olmak üzere beş çocuk çerçi arabasının peşinden koşup gülüyorlardı. Gözünü başka yere çevirdiğinde ise ev sahibi Osman Bey’in karısı Leyla Hanım ve onun mahalleden arkadaşları ile kapılarının önünde sohbet ettiğini fark etti.  Zeliha’nın yüzünden bir an, hoşnutluk dolu bir gülümseme geçti. Leyla Hanım ile aralarında iyi bir diyalog vardı. Sonra birden canının sıkıldığını fark etti ve portmantodaki sarı hırkasını alıp giyinmeye koyuldu. Çıkmak üzere dış kapıyı açacağı sırada nasıl göründüğünü merak edip yeniden içeri girdi. Koridorun sol tarafında duran üst tarafı çatlak aynanın karşısına geçti ve dışarıdan görenin bile tedirgin olacağı bir biçimde yüzü solgunlaşıp sarardı. Bir dakika süren sessizliğin ve hareketsizliğin ardından hırkasını çıkardı ve eski yerine astı. Aynadaki yüzünü fark ettiği sırada başıboşluk ve hüsran duyguları arasında güçlü bir gelgit yaşadı. Yüzünün dağılmış halini arkadaşlarının görmesini ve arkalarından konuşmalarını istemiyordu. Kendisinin de diğer kadınlar gibi neden mutlu olamadığını kendi kafasında sorgulamaktan çok sıkılmıştı. Nedenini çok iyi biliyordu. Zeliha on altı yaşında iken zamanının ‘’evlenme çağı’’ algısına kurban gitmişti. Bu nedenden dolayı babası Zeliha’yı, amcasının oğlu Ruphi’ye vermişti. Ruphi ise düğün gecesinden başlayarak hoyratlığını Zeliha’ya yaşatmış, karısının ilk hamileliği süresince “Erkek evladım olacak.’’ diye ortalarda gezinmiş, Şerife doğduğunda ise lohusa dönemi dinlememiş Zeliha’ya hayatı zindan etmişti. Her şeye rağmen Zeliha, bebeğine iki katı bağlanmış, onu büyük özen ve sevgi ile büyütmüştü.

           Tam oturma odasına gidecekken kapı çaldı. Kapıyı açtığında derin bir soluk alıp gülümsedi. Mustafa sakince gülümsüyordu:

“Hoş geldin Mustafa’m, gir içeri.’’

 Sessizce içeri girdi ve annesine sarılıp hal hatır sordu. Sonra Mustafa’nın elini kurulamasını bekledi, ceketini aldı ve oğlunu direkt mutfağa sokup pekmezli ekmeğinin tadına baktırdı. Günlerdir evine erzak girmemesine rağmen oğluna bir haftada yedirdiği on iki pekmezli ekmeğin on ikisinde de aynı hoşnutluğu yaşamıştı. Mustafa her pekmezli ekmek yiyişinde sanki binbir çeşit yemeğin tadına bakmış gibi hiçbir sıkılma belirtisi göstermiyordu. Aslında maddi durumları iyiydi. Ruphi, evlerinin çok da uzağında olmayan bir şeker fabrikasında çalışıyordu. Maaşı gayet iyiydi. Bu parayla kiralarını hiçbir sıkıntı çekmeden ödüyor, faturalarını günü gününe yatırıyorlardı. Fakat maaşın geri kalanıyla kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını gidermesi gerekirken o, kumarhaneleri ve içki fabrikalarını zengin etmeyi tercih etmişti. Peşine taktığı onca borç ve bela dolayısıyla ne ailesi ne de kendisi rahat bir gün yüzü görebilmişti.

Evliliklerinin ilk yıllarında Zeliha her ne kadar engel olmaya çalışsa da düğünlerinde kendilerine takılan altın ve paralara “kara gün rızkı’’ gözüyle bakmamış, kısa bir sürede hepsini çarçur etmişti. Beş sene önce de “çok güvenilir’’ diye hitap ettiği tefeciden borç almıştı. Ödeyemeyince de tefecinin adamları eve gelip Ruphi’yi yaka paça götürmüş ve bir haftaya yakın da tuttukları izbe bir barakada kim olduklarını bir güzel belletmişlerdi Ruphi’ye. Hırpani kılığıyla ; yüzündeki , kol ve bacaklarındaki jilet izleriyle , yarısı kazınmış saçıyla , epeyce de zayıflamış vücuduyla evinin kapısına vardığında saat gece üçü geçiyordu. Gecenin o saatinde çalan kapıya fırlayan Zeliha, gelenin kocası olduğunu düşünüp niyedir bilinmez bir rahatlama duydu. Merdivenlerden aşağı indi ve kapıyı açtı. Düşündüğü gibi gelen kocasıydı. Ama ayakta değil yerdeydi.  Zeliha, kocasını hiç bu kadar düşmüş görmemişti. Zeliha,  cılız bedeniyle yere eğilip kocasını zor bela merdivenlerden taşıdı ve yatağına yatırdı.  Zeliha sabaha kadar uyumadı, kocasının yaraları ile ilgilendi, onun kah inlemelerine kah sayıklamalarına kulak verdi.  Ruphi iyileşene kadar üç dört hafta boyunca evden çıkmadı, hep dinlendi. Bu üç dört hafta içerisinde kocasının değişik hareketler sergilediğini fark etti Zeliha. Kocası gereksiz yere bağırmıyordu evde artık. Hatta hiç bağırmıyordu. Süt dökmüş kedi misali solandaki sarı çekyatlarında uzanıyordu. Bu olaydan sonra Zeliha kocasının uslanacağını düşündü ya da öyle olmasını umut etti. Ama öyle olmayacağını adı gibi biliyordu. Ruphi iyileştiği sıralarda tekrardan içki diye tutturdu. Evde kırıp dökmeler tekrardan başladı.  Ne elde avuçta para  ne de Zeliha’da sabır kaldı. 

         O akşam yemek hazırdı. Herkes acıkmış bir vaziyette oturma odasında oturmuş,  Ruphi’yi bekliyordu. Onlara kalsa çoktan yemeklerini yerlerdi fakat Ruphi’den önce yemeklerini yemenin başlarına açacağı hadiseleri bildiklerinden böyle bir harekete kalkışmaya cesaret edemiyorlardı. Yaklaşık altı yedi sene önce Ruphi yine eve geç gelmiş, diğer aile fertlerinin kendisinden önce yemek yediklerini görünce çılgına dönmüş, sinirini de Zeliha’yı döverek çıkarmıştı. O günden bu güne her akşam yemeğinde Ruphi gelmeden yemeğe ellerini sürmezlerdi. Bu sebeple yemek yemek için Ruphi’yi bekliyorlardı. Evde süren bu uzun sessizliği ansızın çalan kapı zili bozdu. Şerife kapıyı açmaya gitti:

“Hoş geldin baba.’’ dedi.

Ruphi eve adımını attı, Şerife’ye montunu verdi ve ellerini yıkamak için banyoya gitti. Zeliha tenceredeki et yemeğini tabaklara pay etmeye başladı. Masayı hazırladı ve herkesi sofraya çağırdı. Herkes masaya oturdu. Ardından Ruphi geldi. Her zamanki  köşesine oturdu ve “Bismillah’’ diyerek kaşığı eline aldı, tabağına daldırdı, tepeleme doldurduğu kaşığı ağzına götürdü . Bir iki saniye çiğnedi ve ansızın dışarıdan görenin midesinin  bulanacağı şekilde ağzındaki yemeği sofranın tam ortasına tükürdü. Yemeğinin salçasının kırmızıya dönüştürdüğü tükürüklerini saçarak :

“Allah belanı versin beceriksiz karı ! ‘’ diye Zeliha’ya şiddetle bağırdı. Çocuklar korkmuştu. Mustafa, Halide’yi odasına götürdü. Şerife de annesini babasından korumaya çalışıyordu. Onlar, neler olup bittiğini anlamadan olanları seyrederken Ruphi, hızlıca mutfağa gitti ve elinde ekmek bıçağıyla geri döndü. Şerife bıçağı görür görmez amansız bir çığlık attı ve Mustafa da babasının peşinden koştu. Ruphi hızlıca geldi ve Zeliha’nın karın bölgesine bıçağı hızlıca batırdı. Onlar hala neler olup bittiğinin farkında değilken Şerife’nin annesinin karnının üzerinde duran o bıçağı görmesiyle kopardığı feryatlar tüm mahallenin toplanmasına neden oldu. Herkes Zelihaların evine doğru koşarken Ruphi o hengame arasında başına gelecek hadiseleri bildiğinden hemen evin bahçeye açılan arka kapısını kullandı ve hızlıca oradan kaçıp uzaklaştı.

  Gözlerini açtığı esnada hemşire, koluna yeni serum takıyordu. Azıcık kendine gelebilmek için hastane odasının tavanına gözlerini delilercesine kırparak boş boş baktı. Yattığı sedyeden doğrulmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Kendisini pek de rahat olmayan sedyenin üzerine usulca bıraktı. Çok yorgundu. Hayat onu yormuştu. Yaşamak onu yormuştu. İnsanlar onu yormuştu. Üstüne üstlük karnındaki bıçak yarası Allah’ın ona yazdığı meçhul kaderin tuzu biberi gibi bir şeydi. Ne yapacağını, neler olacağını bilemez bir halde yatakta öylesine uzanıyordu. Çürümüş zannedilecek derecede solmuş yüzünü sağ tarafına çevirdi ve bir an evvel iyileşmek için dua etti. Görüş açısına giren karşı duvarın üst kısmında asılı duran manzara resmini bir süre inceledi ve ardından gözlerini kapayarak kendini uykunun masum kollarına bıraktı.

 Zeliha’nın karnındaki dikiş izleri onun rahat hareket etmesine engel oluyordu. Bu nedenle hastaneden taburcu olduğu günden beri oturma odasındaki o sarı çekyatta istikrarlı bir şekilde uzanarak vücudunu dinlendirmeye devam ediyordu. Bu hadise şu ana kadar yaşadığı en büyük hadise idi. Üstelik kocası Ruphi’nin akıbetini bile bilmiyordu. Hayatları, bir yöne sürüklenen fakat hangi yöne sürüklendiğini bilmeyen okyanusun ortasındaki sandal misaliydi. Başına daha neler geleceğini, neler olup biteceğini bilmeden o sarı çekyatta öylesine uzanıyordu.

Annesinin yaşadığı bu hadiselerin izini bir nebze olsun silmek için evin yönetimini devraldı. Evdeki tüm yemekleri kendisi yapıyor, evin temizliğini yalnız, kendi başına yapıyor ve Halide’nin bütün bakımını yine kendisi üstleniyordu. Mustafa ise ailesinin başına gelen bu olumsuzlukları elinden bir şey gelmediği için düşünmemeye çalışıyor, sadece kendisi derslerine vermeye çalışıyordu. Üniversite sınavına sadece iki hafta kalmıştı ve bu nedendendir ki artık kafasını dersten hiç kaldırmıyordu. Bu olanlar onlar için çok büyük bir imtihandı. Hayat bir imtihandı. Yaşamak bir imtihandı. Üstüne üstlük tüm bu zorlu badirelerin, onların karşısında kum tepesi gibi bir şey oluşturması hiçte işten değildi. Çünkü o kum tepesinin altı doluydu. O koca kum tepesinin altında yüreği kocaman fakat mutluluktan mahrum edilen bir aile vardı. O koca kum tepesinin altında Zeliha ve çocukları vardı. Ruphi’nin ortalardan kaybolmasıyla artan kira borçları da Zeliha ve çocuklarının üzerindeki kum tepesine dökülmeye başlamıştı. Zamanla ağırlık yapan bu kum tepesi artık bir kum saatine dönüşmüştü.

Bir nebze olsun tüm bu zorluklardan kurtulma inancı ile Zeliha ve Şerife, Feriköy’de bulunan küçük bir konfeksiyon fabrikasında işe başladılar. Her gün sabah namazı vaktinde kalkarlar, namazlarını kılıp hazırlıklarını tamamladıklarında Halide’yi de yanlarında götürürlerdi. Onlar kumaşları belli bir kalıba sokarken Halide de onlara yardım eder, getir götür işlerini o yapardı. Belli bir süre sonra maaşlarının kendilerine yetmediğini fark eden Mustafa, annesinin şiddetle karşı çıkmasına rağmen akşam pazarlarında limon satmaya başladı. Öğleden sonra okuldan gelir gelmez üstünü değişir ardından koşa koşa küçük tezgahını ve ders notlarını alarak pazarın yolunu tutardı. O gün de, buz gibi havada ailesini şu zorlu durumdan kurtarmak uğruna üniversite sınavı olmasına rağmen limon tezgahının başında, biri gelir umuduyla öylesine bekliyordu. Bir elini üşümemek için pantolonunun cebine koymuş, diğer elinde ise ders notları, genel tekrarını yapıyordu. Ardından bir ses onu irkiltti. Sesin geldiği yöne baktığında karşısında duran yaşlı bir adam ile karşılaştı. Ne olduğunu anlayamayan Mustafa, müşterisinin ona söylediği ölçüde bir poşet hazırladı, ardından tezgaha eğildi, poşete limonları doldurmaya başladı. Bunu yaparken bir yandan şaşkındı ama diğer yandan da mutluydu. Çünkü karşısındaki yaşlı adam, tezgahta bulunan tüm limonların neredeyse yarısını istemişti. İlk poşeti büsbütün limonla doldurduktan sonra ikinci poşeti eline aldı, ağzını açmak için gelişigüzel silkeledi ve tekrardan limonları usulca poşete doldurmaya başladı. Adamın tarifine uyacak şekilde poşetleri hazırladı, adama uzattı. Adam poşetleri pazar arabasına yerleştirdi ve cüzdanını çıkardı. İçini açtı ve yüz lirayı çıkarıp Mustafa’ya verdi:

“Üstü kalsın evladım. Hayırlı günler.’’ dedi ve hızlıca oradan uzaklaştı. Mustafa kısa süreli bir şok yaşadı, olduğu yerde kalakaldı. Bir elindeki paraya baktı, bir de tezgahına baktı. Tekrardan elindeki paraya baktı ve tekrardan tezgahına baktı. Hayretler içerisinde elindeki parayı küçük para kesesinin içine attı ve yerine oturdu. Karşıdan görenin endişeleneceği şekilde yüzü beyazladı ve dudakları, gamzelerini çıkararak sol üst köşeye doğru usulca kıvrıldı. Mustafa gülümsüyordu.

Başına gelen bu beklenmedik talih, Mustafa’nın mallarını erkenden bitirmesini sağladı. Tezgahını topladı ve evine doğru yol almaya başladı. Yüzünde güller açmış vaziyette sağa sola bakıp insanları inceliyordu. Evine yaklaştığı sırada, sokağın başındaki bakkalı hatırladı ve oraya yönelip içeri girdi. Herkese bir adet olmak üzere toplam dört adet çikolata aldı. Parasını ödedi ve eve gelip kapıyı çaldı. Kapıyı Halide açtı. Mustafa, Halide’yi görür görmez onu kucağına aldı, sarılıp kokladı. Havada biraz sallayıp küçük kardeşini eğlendirdikten sonra yavaşça yere bıraktı. Elindeki poşetin ağzını açtı ve içinden bir adet çikolatayı çıkarıp kardeşine uzattı. Halide çikolatayı gördü, eline aldı ve ağabeyine sarılıp evin içinde sevinç turları atmaya başladı. Annesinin seslenmesi üzerine mutfağa yöneldi. Meyve doğrayan annesine sarıldı, hal hatır sordu ve yanına bir sandalye çekti, oturdu. Bugün başına gelenleri en ince ayrıntısına kadar anlatmaya başladı. Montunun iç cebinden bugünün kazancı olan para kesesini çıkarıp annesine verdi. Zeliha, para kesesini açmadan masanın üzerine bıraktı ve mutfaktan çıkıp kendi odasına girdi. Bir dakika sonra o da elinde bir kese ile geri döndü. İki keseyi de masanın üzerine boşalttı ve Mustafa ile birlikte dökülen paraları saymaya başladılar. Saymalarını bitirdikten sonra ana oğul birbirlerine baktılar. Ardından mutlu bir şekilde birbirlerine sarıldılar. Nihayet o ayın kirasını ödeyebileceklerdi.

 O akşam herkesi mesut bir hal sarmıştı. Kiralarını ödemenin verdiği mutluluk ile Zeliha, çocuklarına yemekler ve tatlılar yapmıştı. Kendilerine bahşedilen bu saadet, emrivaki olduğundan dolayı Ruphi’nin eksikliği kendini çokça belli ediyordu. Evin o eski canhıraş havası yerini mutluluğa bırakmış, artık her aile ferdi hudutları aşmaksızın kendi diledikleri gibi davranmaya başlamıştı. Onlar, bu mazhar hallerinin tadını sonuna kadar çıkartıyorlardı. Zeliha o akşam Halide ile oyunlar oynamış, Şerife kendi çeyizine koymak amacıyla çeşitli örgüler örmeye başlamış, Mustafa ise her zamanki gibi aralıksız şekilde hazırlandığı sınavına o akşam da vakit ayırmıştı. Artık yatma vakti gelmiş ve herkes yataklarına çekilmişti. O gece çocukların hepsi uykularını rahatça çekmiş bir tek Zeliha merakının şiddetinden uyuyamamıştı. Ona bu kadar işkence etmesine , hayatı kendisine ve yavrularına  zehir etmesine rağmen hala kocasını düşünüyor: ‘’Kim bilir şuan nerede, ne yapıyor ? ‘’ diye içi içini yiyordu. Hatta gözü Ruphi’nin gereksiz zapturatını arıyor ve bunu kendisine zaruri görüyordu. Fakat bir zamanlar ihtimal dahilinde bile olmayan bu huzurlu ev hayatını, artık kendileri için vazgeçilmez görüyordu

Sınav günü geldi çattı. Artık tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Mustafa o gün çok erkenden kalkmış, kahvaltısını yapmış ve annesinin mahalle imamına okuttuğu pirinçleri zorla yemişti. Acemi heyecanı, kalbinin yerinden çıkar gibi çarpması ise Mustafa’nın gözüne bakılınca anlaşılabilirdi. Öyle ki  heyecanına yenilip tüm bildiklerini unutma endişesini yaşamaktan korktuğu için son gece hiç ders çalışmamış, kafasının dağılması için romanını okumaktan başka hiçbir şey yapmamıştı. Uykusu bastırınca da direkt uyumuştu.

              Üniversite sınavının sebebiyet verdiği bu tatlı heyecan sadece Mustafa’yı değil bütün aileyi sarmıştı. Halide bile o küçücük elleriyle ağabeyinin kazanması için dualar ediyordu. Şerife ve Zeliha ise Mustafa’nın Allah’ın izniyle sınavdan başarıyla çıkması için yanlarına küçük bir dua kitabı almıştı. Sınava gireceği okul, yakın olduğundan yürüyerek gitmeye karar verdiler. Yürürken Zeliha konuşmalarında daldan dala atlayarak oğlunun sınav heyecanını yenmesine gayret ediyordu.

             Sınav yerine geldiklerinde sınavın başlamasına az bir süre kalmıştı. Bundan dolayı hiç bahçede beklememiş, annesinin ve kardeşlerinin öpücüklerinden sonra direkt sınav binasına girmişti. Zeliha, asıl yükün oğlunun omuzlarında değilmiş de kendi omuzlarındaymış gibi olduğu hissine kapıldı. Oğlu binaya girer girmez öyle bir  stres oldu ki bir anda ağlamaya başladı. Yere diz çöktü ve dualar etmeye başladı. Şerife’nin annesini sakinleştirmesi üzerine okulun bahçesinde bulunan bir banka oturdular ve dua kitabını açıp  okumaya başladılar.

             İki saat onlar için iki yıl kadar yavaş geçti. Mustafa sınavdayken sürekli dua etmekten başka bir şey yapmadılar. Mustafa’nın sınavı bitip de binadan çıktığında ise Zeliha giriş kapısına kadar koştu ve oğluna gurbetten gelmişçesine sarıldı :

“Mustafa’m , oğlum. Bana güzel haberler ver Mustafa’m !”

Mustafa annesinin bu halini görünce istemsizce güldü. :

“Şükürler olsun ki güzel geçti.’’ dedi ve annesinin alnından öptü.

           Zeliha’nın yaşadığı hudutsuz mutluluğun tarifi imkansızdı. Üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Yine bir işi başarmalarının vermiş olduğu özgüven ile evlerine doğru yürümeye başladılar.

Son birkaç haftadır keyfini sürdükleri refah ve mesut hal, onlar için şaşılacak şeydi. Yaşadıkları bu mutlu zamanları başlarda olduğu gibi yadırgamıyor ve sorgulamıyorlardı. Ruphi ise onlar için uzak bir geçmişte kalmıştı. Ruphi’nin yüzü de sesi de yaşattıkları da hafızalarından gün be gün siliniyordu. Sanki hiç olmamıştı Ruphi.

                Hava kararmış, akşam olmuştu. Mustafa’nın  çalışması bitmiş, annesi ve kardeşleri ile ilgilenecek zaman kendisine bahşedilmişti. Önündeki tek engel hayalindeki üniversiteye ve bölüme girebilmekti. Sınav sonuçlarını beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Bu yüzden kafasını ders dışındaki şeylere açması, vaktini sosyal hayata ayırması onun için artık bir ferah ve huzur göstergesiydi. En son kendini bir sene önce bu kadar rahat hissetmişti. Bir sene boyunca neredeyse esir hayatı sürmüş, kafasını dersten kaldırmamıştı.

               O gün mutlu bir gün geçirmelerinin şerefine Zeliha, ekmek kadayıfı yapmış ve Mustafa’nın sınavının iyi geçmesini kutlamışlardı. Yine mutlu bir akşam geçirmişlerdi. Yatma vakti geldiğinde kapıları çalındı. Şerife kapıyı açmaya gitti. Önce delikten baktı. Gelenin yan komşu olduğunu gördüğünde ise rahat bir nefes alarak kapıyı açtı.

Komşu kadın, endişeli  bir halde Şerife’ye Zeliha’nın nerede olduğunu sorduğunda ise Şerife telaşlanarak önce tereddüt etmiş ardından annesinin salonda olduğunu söylemişti. Komşu kadın salona girdikten sonra telaşlı bir vaziyette Zeliha’nın yanına oturdu :

“Zeliha, haberlerim var sana ! Neler olmuş neler !”

“Ne oldu Ayşe kadın ? Telaşlandırma insanı da anlat hele !”

Komşu kadın Zeliha’ya Ruphi’nin iki gün önce bir adam öldürdüğünü ve polislerin Ruphi’yi bularak tutuklayıp cezaevine attığını söyledi. Zeliha olanları duyunca önce donakaldı, beş saniye geçmeden yere düşerek bayıldı. Çocuklarının uğraşları üzerine yarım saat sonra anca kendine gelebildi ve duyduklarını sindirmeye çalıştı Ardından gözyaşlarını tutamadı ve kocasının düştüğü vaziyete çok üzüldü. Yirmi sene aynı yastığa baş koyduğu kocasının hapiste olması Zeliha’nın yüreğini yerle yeksan etmişti. Ruphi’nin Zeliha’yı insan yerine koymaması, onu sürekli hor görmesi bile Zeliha’yı düşüncelerinden caydırmamış, içindeki merhamet duygusunu Ruphi için harekete geçirmişti. Kocasının bir an evvel bulunduğu cehennemden kurtulması için dualar etmeye başlamıştı bile Zeliha. Dünya böyleydi işte, fani dünyada ettiğini misliyle alıyordun. Allah kiminin cezasını ahrete bırakıyordu kiminkini de Ruphi’de olduğu gibi  daha yaşarken ödetmeye başlıyordu. Ruphi’nin hapse atılması Zeliha’yı üzmüştü elbet. Ama kocasının artık hayatlarının içine teklifsizce giremeyeceğinden dolayı, dört duvar arasında geçirdiği yıllarda belki aklı başını gelir düşüncesiyle de içten içe bu olaya memnun olmaya başlamıştı. O akşam komşu kadının getirdiği bu kara haberin de acılığı zamanla geçti ve Zeliha çocuklarıyla kurduğu kendi küçük dünyasının telaşına, rutin işlerine döndü. Onların gündeminde Mustafa’nın sınav sonucu vardı.

 Yerleştirme sonuçlarının açıklanacağı günün sabahını zor getirmişlerdi. Güneş doğar doğmaz kahvaltı yapmadan alelacele evden çıktılar. Otobüse bindiler ve Beyazıt’ta indiler. İstanbul Üniversitesi’nin kapısından girdiler ve koşa koşa hukuk fakültesi binasının kapısının önüne geldiler. O kadar çok kalabalık vardı ki herkes fakülte kapılarının önünde asılı duran isimlere bakmaya çalışıyor, bu nedenden dolayı hengame oluşuyordu. Kimileri kendi adlarını listede görünce sevinç nidaları atıyor, kimileri ise kendi isimlerini göremeyince boynu bükük bir biçimde okulu terk ediyordu.

            Mustafa tüm kalabalığı yararak fakülte kapısının önüne kadar geldi. İşte tüm isimler karşısındaydı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Heyecandan gözünü direkt ortalarda yer alan isimlere kaydırdı. Kendi ismini göremeyince baştan bakmaya başladı. Aşağılara inmeye gerek kalmadan en başta bir isim dikkatini çekti.

1-Mustafa BOYACI

Gözlerini peş peşe kırpıştırarak tekrardan baktı.

1-Mustafa BOYACI

En başta Mustafa BOYACI yazıyordu.

Sessizlik

Heykel misali öylece karşısındaki kağıda bakıyordu. Birinci sıradaki isme yeniden baktı.

1-Mustafa BOYACI

Ağlamaya başladı. Önce usul usul döküldü yaşları. Sonra tüm şiddetiyle, omuzlarını sarsarak, hıçkırıklara boğularak, şekeri elinden alınan çocuklar misali ağlamaya başladı.

           İstediği üniversiteyi ve istediği fakülteyi kazanmış, üstüne üstlük birinci sıradan girmişti. Tekrardan kalabalığı yararak annesine doğru koşmaya başladı. Gözlerinden akan sevinç gözyaşlarını annesine sarılarak onun omzuna sildi ve ikisi de ağlamaya başladı. Mustafa’yı dışarıdan gören üniversiteyi kazanamamış sanırdı. Oysaki o sevinç gözyaşları, hayatlarının kurtulduğunun göstergesiydi. Mustafa’nın adam olduğunun göstergesiydi. Zeliha’nın oğlu ile gurur duyduğunun göstergesiydi. Mutluluğun göstergesi, kazanılmış zaferin göstergesiydi.

O koca kum tepesinin altı artık boştu. Artık o koca kum tepesinin altında yüreği kocaman fakat mutluluktan mahrum edilen bir aile yoktu. O koca kum tepesinin altında artık Zeliha ve çocukları yoktu. Mustafa üniversiteyi kazandı. Kum saati kırıldı. Gün geldi, devran döndü.