GÖKYÜZÜ KANDİLLERİ

  • Yazar: emre aymaz

  • Rumuz: emreaymaz

  • Okulu: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi

  • E-mail: emreaymz94@gmail.com

Konu

GÖKYÜZÜNDEKİ YILDIZI KENDİSİNE DOST EDİNEN AMİR'İN, YILDIZI KAYBETMESİ SONUCUNDA MEYDANA GELEN OLAYLAR.

Tab Article


                                     GÖKYÜZÜ KANDİLLERİ


  “Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Biziz o saf saf dizilenler, biziz! Biziz o tesbih edenler, biziz!”

                                                                             SAFFAF SURESİ 164, 165, 166

                                                                                                             YAZAN

                                                                                                        ALEL İKTİZA


 Gökyüzünden bir yıldız eksildi. Her günkü alışkanlıkla gökyüzüne baktığında fark etti bunu Âmir. O koca yıldız, gördüğünde hayallere daldığı o muazzam ışık kaynağı sönüvermişti.

  Bir ürpertidir aldı onu. Kim bilir belki de insanlığın değişmez kaderi geldi aklına: Ölüm. Hemen araştırmaya koyuldu, "Yıldızlar neden yok olur," diye. Şehirdeki arkadaşlarına mektup yazdı. Gelen cevaplar hiçbir duygu barındırmayan dümdüz cümlelerdi: Sitarelerin de bir ömrü var ve bu ömür bitince yok olurlar, bu kadar basit…

  Hayır, dedi kendi kendine Âmir, daha anlamlı bir sebep gerek. Hiçbir şey anlamsız değildir! O koca yıldız ki yolları aydınlatan, onulmaz hayallere daldıran, gecelere yarenlik yapan o koca nurdan hâle, böyle anlamsız hikmetsiz şekilde kaybolamaz!..

 Yıldızın hangi sebeple yok olduğunu düşünürken dışarı çıkası geldi. Nefessiz kaldığını hissetti, göğsü daralıyordu.

 Evin önüne çıktığında çocukların oyun oynama sesi ilişti kulağına. Ay ışığında oynayan çocukları görünce gülümsedi. Yaşadığı kasabayı çok seviyordu. Çok doğaldı, yapay olan ne varsa bu kasabanın dışında kalmıştı sanki.

 En güzel tarafı yapay ışıkların az gökyüzünün berrak olmasıydı.

 Kasabadaki gökyüzünün görüntüsü o kadar güzeldi ki eğitim için gittiği şehirde kendini ışıklar içinde karanlığa mahkûm hissediyordu; çünkü o ışıklar gökyüzünün muazzamlığını gölgeliyor ve birer perde çekiyordu gözlere.

 Doğduğu büyüdüğü kasabanın sokaklarında yürümeye başladı. Kasabanın sınırına gelinceye kadar durmadan yürüdü. Ormanın başladığı yerde oturup gökyüzüne, kaybolan yıldızın önceden bulunduğu yere doğru baktı. “Nereye kayboldun, o güzel ışığın neden söndü, onca zamandır dertlerimi sana anlattım. Her anlatışımda beni anlıyormuşçasına daha bi’ayrı parlardın gözüme, dost oldun bana. Nereye gidersem gideyim benle gelen ve beni asla terk etmeyeceğine inandığım bir yâren…”

  Elinde olmadan hüzünlendiğini hissetti. Gözlerini kapatıp bu halin geçmesini bekledi. Annesini üzmek, herhangi bir şekilde canının bir şeye sıkıldığını ona hissettirmek istemezdi.

  Kendine gelmeye başladığı sırada ağlama sesi ilişti kulaklarına. Ne de tuhaf şey; koca ormanda, kasabanın sınırında bu ağlama sesi de nedir, diye geçirdi içinden. Ayağa kalktı ve etrafını kolaçan ettiğinde ormanın içine ilerleyen, büyük yola bağlanan dönemeçten geldiğini anladı sesin.

 Merakla yöneldi o tarafa, sesin kaynağına…

 Karşısında eli yüzü pas içinde, kıyafetleri yırtık ve hıçkırıkları titremesine karışan 30’lu yaşlarında bir adam gördü. O kadar içten ağlıyordu ki acının beden bulmuş haliydi adeta. Kelimelerle tarif edilemeyen acı karşısında duruyordu.

-Neyin var, neden ağlıyorsun; bir yerin falan mı acıyor, yoksa başka bir şey mi geldi başına?

-Ekme, Ekme, Ekmek İstedim; vurdu baa, bana vudu, odaki ordaki amca vurdu!

  Çocuktan farksızdı bu adam. Belli ki çerle çöple kirlenmemiş tertemiz bir topraktı; “sözde” zihni engelli, ruhu engelsizdi. Kırmışlardı o tertemiz kalbini. Âmir kim olduğunu bilmediği bu adamın koluna çekinmeden giriverdi.

 -Boş ver o adamı üzülme, kalbi kirli olanlar, temiz olana tahammül etmek istemez çünkü onlara kendi karanlıklarını hatırlatır. Gel benimle, sana ekmek vereceğim. Nisba Kasabasındanım; yan kasadaki insanlar gibi değildir bizim kasabamız. Fakirdir ama sofrası bol, misafiri toktur. Kimse sana o adamın davrandığı gibi davranmaz.

 Ağlaması biraz daha dinmişti ama titremesi aynı şekilde devam ediyordu. Hava sıcak olmasına rağmen belli ki yüreği üşüyordu adamın, buz kesmişti her yanı!..

  Kasabanın içlerine doğru ilerledikçe meraklı bakışlar homurdanmalara dönüştü. Kimdi bu meczup? Kim görse içi cız ediyordu. Çocuklar dâhi oyun oynamayı bırakmış, diğer büyükler gibi bir şey yapabilir miyiz acaba, dercesine Âmir’le adamın etrafına toplanmışlardı.

  Âmir evin bahçesine vardıklarında, annesine seslenerek yiyecek bir şeyler hazırlamasını söyledi. Şaşırdı yaşlı kadın ama pek de sorgulamadı. Misafir kendisiyle beraber muhakkak bir bereket getirirdi çünkü. Akşam için hazırladığı yemeği tabaklara pay ederek sofrayı kurdu.

  Yemek yiyişinden ne kadar aç olduğu anlaşılıyordu adamın. Gülümseyerek annesiyle göz göze geldi Âmir. Daha sonra dönüp yemeğin bitmesine yakın sordu adama ismini:

-Derviştir adım, Derviştir adım.

 Öne arkaya sallandıkça gözünden yaşlar akmaya devam ediyordu adamın. Belli ki canı hâlâ çok yanıyordu.

-Derviş demek. Nerelisin peki. Seni daha önce hiç buralarda görmemiştim.

-Geldim, geldim, doydum, Derviştir adım.

-Tamam Derviş, afiyet olsun. Nerden geldin, nereye gidersin; onu soruyorum.

-Hayyyy, Huyyyy, Hayyyyy, Huyyyy, Hayyyy, Huyyyy, Derviştir adım.

-İyi madem daha fazla yorulma sen, güzelce bir dinlen. Yarın vakitlice kalkar senin için bir hâl çaresine bakarız.

  Kendi kıyafetlerinden uygun olabileceğini düşündüklerini getirip Derviş’e verdi. Giyinmesi için yalnız bıraktıklarında içerden Derviş’in devamlı tekrarladığı söz ilişti kulaklarına:

-Hani bunun ilk sahibi, geldim, doydum, Derviştir adım. Mal sahibi, mülk sahibi, geldim, doydum, Derviştir adım…

 Ne kadar güzel bir sözdü bu. Şaşkınlıkla dinledi Âmir.

 Derviş’in yanına tekrar girdiğinde iyileşmiş bir hastanın gülümseyen yüzünü gördü. Sakin, huşu içersinde bir ifade…

 Bir ileri bir geri sallanıp duruyordu Derviş ama eski hüzünlü ifadesinden eser yoktu.

 -Annem sana yatak kurdu Derviş, hadi gel uyu, dinlen. Yarına çok işimiz var.

- Geldim, gördüm, geldim gördüm, Derviştir adım. Geldim, gördüm, geldim, gördüm, Derviştir adım…

 Kasaba uyanmıştı, çocuk cıvıltıları, öten kuşlar ve kuzu sesleri öyle bir ahenk yaratıyordu ki. Şükürle uyanmak için yeterli bir sebepti bunlar.

 Amir ve Derviş de uyandı bu sesler eşliğinde. Âmir’in annesi Gülendam komşusuyla sohbet ediyor, bir yandan da ekmek pişiriyordu. Evdekilerin uyandığını görür görmez pişirdiği ekmeklere peyniri aşık edip sofrayı kurdu. Yemeğe başladıklarında, Derviş her zamanki sözlerini tekrarladı:

-Geldim, gördüm, doydum, Derviştir adım.

 Sokağa çıktıklarında, ilk önce mahalle kahvesine uğradılar. Yaşlı adamlar Derviş’i görür görmez, önceki günden eser kalmadığını anlayarak taktir eden gözlerle Âmir’i selamladılar.

 Oturanlardan biri Derviş’e seslenip, “Ah, evladım. Çocuğum yaşasaydı sen yaşlarda olacaktı. Ne de çok yavrumu anımsattın bana; ölüm işte, dalından kopan çiçek misali kopardı yavrumu benden, soldu gitti şimdi.” Hüzünlendirdi herkesi yaşlı adamın bu sözleri. Derviş ise biraz daha hızlıca öne arkaya doğru sallamaya başladı:

-Yok, yok, ölmez, ölmez, geldim, gördüm, ölmez, ölmez.

 Amir yaşlılardan aldığı akılla Derviş’i kasabanın kadısına götürmeye karar verdi. Kadıyı caminin çıkışında, yanında ateşli sorular soran iki adamla beraberken yakaladı ve vakit kaybetmeden sesleniverdi:

-Efendim, bir müşkülümüz var. Eman dilemeye geldik. Allah’ın izniyle fikir sunar yolumuzu aydınlatırsınız.

-Şeyhmus oğlu Âmir, en son baban öldüğünde gelmiştin yanıma! Hayrola?!

-Dün Merkir’in girişinde oturup dinleniyordum. Dervişle karşılaştım. Komşu kasabadan biri onu biraz hırpalamıştı, kötü durumdaydı. Eve götürdüm, biraz dinlendikten sonra kendine geldi ama kesin bir çözüm bulamadım. Ne yapacağımı bilmediğim için de yanınıza gelip size danışmak istedim efendim.

  Derviş’in devamlı olarak öne arkaya sallanması ve aynı sözleri tekrarlamasından dolayı kadı pek bir şey sormadı. Anlamıştı ne kadar temiz bir yüreğe sahip olduğunu!

-İyi yapmışsın evladım fakat biliyorsun ki bu iş için merkeze mektup yazmak gerekiyor. Kasabanın güvenliğini sağlayan 5 tane zabitten başka kimse yok. Bu işi araştırmak biraz uzun sürecek. Sizin yanınızda bir süre daha barınmaya devam etsin. Bir yolunu bulacağız inşallah.

-Efendim, misafir bereketiyle gelir. Kesinlikle bizim için herhangi bir sıkıntı yok fakat Derviş için belki ailesini, onu tanıyan bir yakınını bulmak daha iyi olur diye düşündük. Şimdiden tertemiz kalbiyle, evimize huzur ve bereket kattı. Halimizden gayet memnunuz.

  Kasabayı akşama dek arşınladılar. Derviş her geçtiği evin önünden davet alıyor, hiç yoktan bir şeyler ikram edilmek üzere durduruluyordu. Yıkık viraneydi bu kasabanın evleri ama azı çok bilenlerin bereketiyle nurlanıyordu.

 Derviş kendisiyle her konuşana, bir şeyler ikram etmeye çalışana, “Geldim, gördüm, doydum, Derviştir adım,” diyordu.

 Günler geçtikçe herkes Dervişi kasabadan biri olarak benimsemeye başlamıştı. Yaşlı kadınlar bir şeyler taşımasını istediklerinde asla geri durmuyor, normal insanlardan farksız her türlü işi görüyordu. Toprak sürüyor, tohum ekiyordu.

 Bereket fışkırıyordu artık kasabadan; fakir sofralar zenginleşiyor, çeşitleniyordu. Şaşkınlık içersindeydi bütün ahali. Kasaba öyle bir noktaya gelmişti ki yeşeren tohumlarla, olgunlaşan meyvelerle çevre köylere, kasabalara, hatta şehirlere bile yetecek kadar ürün elde ediliyordu.  Evler onarılıyor, yıkık dökük viraneler birer küçük saray görünümü kazanmaya başlıyordu.

Aradan 3 yıl geçmişti. Bereketle dolu 3 yıl. Çok şey değişti kasabada. Çehresi baştan başa onarıldı.

3. yılın son günüydü. Diğer günler gibi şükürle uyandılar fakat daha dolu bir sofra vardı sabah kahvaltısında.

 Âmir annesine en son arzusundan bahsetmeye başladı. Merkez şehirdeki yetkililere yazdığı mektupla bir medrese talebinde bulunmuştu. Kim bilir belki de kasabanın adı duyulur oldukça medresenin kurulma ihtimali de artmıştı. Fırsatı olamadığı için çok kişi şehre gidip eğitim alamıyordu. Bu durum kasaba gençleri açısından çok büyük bir problemdi. Sofrada annesine son yıllardaki berekettin medrese kurulması konusunda faydalı olabileceğini ama merkezden gerekli destekler verilmezse böyle bir medrese kurulmasının mümkün olmadığını söyleyerek dertleniyordu Âmir. Sofranın kenarında öne arkaya doğru sallanan Derviş bir anda ayağa kalktı. O kadar ani ve hızlıydı ki konuşmayı kesip Dervişe baktılar.

-Ne oluyor Derviş

-Geldim, gördüm, doydum, gider oldum, kalanlara selam olsun, Derviş’tir adım.

Bu sözleri söyledikten sonra bir anda ayağa fırladı derviş ve hızla kapıya yönelip, dışarı attı kendini. Arkasından da aynı hızla Âmir ...

Koşuyordu Derviş, kanatlanmıştı adeta! Âmir yetişemiyordu onun hızına, nefesi kesiliyordu.

Bir süre koşmaya devam ettiler; ta ki meşhur tepeye varana; Dervişin, kabartmaların olduğu, heykellerin çıkarılıp merkeze götürüldüğü geçide girene kadar. Aman Yarabbi, ne işi vardı Derviş’in orada? Tereddütler içersinde yavaşça  Amir de girdi Derviş’in arkasından.

-Dervişşş, nereye gidiyorsun. Çok derin bir mağara burası. Kaybolursun…

Yankılanan ayak seslerinden gayrı başka bir ses gelmedi Dervişin gittiği yönden. Korku içersindeydi Âmir, yine de takip etmeye devam ediyordu.

Yürümeye devam ettikçe çok güzel bir koku geldi Amir’in burnuna, mest oldu, bir süre sonra mağaraya girdiği sıradaki kaygısından eser kalmadı. Oturup saatlerce gözlerini kapayarak burada kalabilirdi. Cennet kokusu bu olsa gerek diye düşünerek ayak seslerini takip etmeye devam ediyordu. Ömründe ilk kez girmişti bu mağaraya, duvar yazıları ufak tefek ışıklarla az çok aydınlanıyordu. Kim bilir neler neler kaydedilmişti bu mağara duvarlarına! Her gördüğü şeklin karşısında durup seyretme, ne anlattığı konusunda tefekküre dalma dürtüsü o kadar güçlüydü ki yine de ayakları Dervişi takip etmesi için onu sürüklüyordu.

Şimdiye dek 9 tane dönemeç saydı Amir, dönerken yolu kaybetmemek adına aklına kazımaya çalışıyordu bütün her şeyi.

Nihayet 10. dönemece geldiklerinde Dervişin ayak sesi de kesiliverdi.

- Yorulmadın mı Allah aşkına, gitme başka bir yere. Dur orada. Birazdan yanındayım Derviş.

Hiçbir cevap yoktu. Adımlarını hızlandırdı Âmir. Dönemecin başına geldiğinde duvardaki yazıların farklılaştığını; yerine, yıldız ve gökyüzü resimlerinin aldığını fark etti. Her gece gökyüzüne baktığında gördüğü yıldızların yerlerini tek tek bulabiliyordu duvarda. Merakla kaybolan yıldızı bulmaya çalıştığında içerden o noktaya yoğun bir ışık huzmesinin düştüğünü fart etti ve titremeye başladı. Işığın kaynağı Dervişin olduğu 10. dönemeçten geliyordu. Son bir kez daha gücünü toplayarak ışığın kaynağına doğru ilerledi.

 İçerisi o kadar aydınlıktı ki, hiçbir şey göremiyordu Amir. Vücudunun hafiflediğini hissediyordu. Sanki yürümüyor havada süzülüyordu. Hiçbir şey düşünemez olmuştu. Maddesel hiçbir varlığı yoktu artık. Ruhu vardı sadece sanki.

Bir ses işitti:

-Meğer ki gökte yıldızım

 Şöyle garip bencileyin

 

Hey Emre'm Yunus biçare

Bulunmaz derdine çare

 

Var imdi gez şardan şara

Şöyle garip bencileyin

 

Derviş’in sesiydi bu. Gökyüzünde kaybolan yıldız işte bu sesin sahibiydi. Bunu duyduğu anda huşu içerisinde başını yere eğerek ayakları üzerine çoktu Âmir.

Kendine geldiğinde, mağaranın girişindeydi; akşam olmuştu. Yanı başında el yazması bir defter vardı. Şaşkındı. Gördükleri rüya mıydı gerçek mi? Gökte gördüğü yıldız Derviş Yunus muydu hakikaten? Kafasını kaldırdı; bulutsuz berrak gök yüzüne; kaybolan yıldıza doğru baktı.

Yerindeydi nurdan hale, olabildiğince haşmetiyle parlıyordu. Sanki selam veriyormuşçasına dalga dalga ışık yayıyordu.

 Neden gelmişti peki; böyle ulu bir insan neden teşrif etmişti kasabalarına?

 Defterin kapağını araladığında şu sözlerle karşılaştı:

“Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için

Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.”

Âmir’in içten seslenişi, semalardan karşılık bulmuştu!

Aradan yıllar geçti. Hayal ettiği noktaya getirmişti kasabayı Âmir. Medreseyi kurmuş, kurduğu medresenin baş müderrisi olmuştu. O kitapta yazan hikmetli şiirler yolunu aydınlatmış, kendi ışığıyla binlerce yeni yıldızın parlamasını sağlamıştı.

 

Velhasılı kelam gönül insanları birer kandildir, aydınlatırlar dünyayı. Gökyüzüne her baktığınızda selam vermeyi unutmayın. Uluların Ulusuna bin selam olsun!