GÖKYÜZÜNDEKİ YILDIZI KENDİSİNE DOST EDİNEN AMİR'İN, YILDIZI KAYBETMESİ SONUCUNDA MEYDANA GELEN OLAYLAR.
GÖKYÜZÜNDEKİ YILDIZI KENDİSİNE DOST EDİNEN AMİR'İN, YILDIZI KAYBETMESİ SONUCUNDA MEYDANA GELEN OLAYLAR.
“Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Biziz
o saf saf dizilenler, biziz! Biziz o tesbih edenler, biziz!”
SAFFAF SURESİ 164, 165, 166
YAZAN
ALEL
İKTİZA
Gökyüzünden bir yıldız eksildi. Her günkü alışkanlıkla
gökyüzüne baktığında fark etti bunu Âmir. O koca yıldız, gördüğünde hayallere
daldığı o muazzam ışık kaynağı sönüvermişti.
Bir ürpertidir aldı onu. Kim bilir belki de
insanlığın değişmez kaderi geldi aklına: Ölüm. Hemen araştırmaya koyuldu,
"Yıldızlar neden yok olur," diye. Şehirdeki arkadaşlarına mektup
yazdı. Gelen cevaplar hiçbir duygu barındırmayan dümdüz cümlelerdi: Sitarelerin
de bir ömrü var ve bu ömür bitince yok olurlar, bu kadar basit…
Hayır, dedi kendi kendine Âmir, daha anlamlı
bir sebep gerek. Hiçbir şey anlamsız değildir! O koca yıldız ki yolları
aydınlatan, onulmaz hayallere daldıran, gecelere yarenlik yapan o koca nurdan
hâle, böyle anlamsız hikmetsiz şekilde kaybolamaz!..
Yıldızın hangi sebeple yok
olduğunu düşünürken dışarı çıkası geldi. Nefessiz kaldığını hissetti, göğsü
daralıyordu.
Evin önüne çıktığında çocukların
oyun oynama sesi ilişti kulağına. Ay ışığında oynayan çocukları görünce
gülümsedi. Yaşadığı kasabayı çok seviyordu. Çok doğaldı, yapay olan ne varsa bu
kasabanın dışında kalmıştı sanki.
En güzel tarafı yapay ışıkların
az gökyüzünün berrak olmasıydı.
Kasabadaki gökyüzünün görüntüsü o
kadar güzeldi ki eğitim için gittiği şehirde kendini ışıklar içinde karanlığa
mahkûm hissediyordu; çünkü o ışıklar gökyüzünün muazzamlığını gölgeliyor ve birer
perde çekiyordu gözlere.
Doğduğu büyüdüğü kasabanın
sokaklarında yürümeye başladı. Kasabanın sınırına gelinceye kadar durmadan yürüdü.
Ormanın başladığı yerde oturup gökyüzüne, kaybolan yıldızın önceden bulunduğu yere
doğru baktı. “Nereye kayboldun, o güzel ışığın neden söndü, onca zamandır
dertlerimi sana anlattım. Her anlatışımda beni anlıyormuşçasına daha bi’ayrı
parlardın gözüme, dost oldun bana. Nereye gidersem gideyim benle gelen ve beni
asla terk etmeyeceğine inandığım bir yâren…”
Elinde olmadan hüzünlendiğini hissetti.
Gözlerini kapatıp bu halin geçmesini bekledi. Annesini üzmek, herhangi bir
şekilde canının bir şeye sıkıldığını ona hissettirmek istemezdi.
Kendine gelmeye başladığı sırada ağlama sesi
ilişti kulaklarına. Ne de tuhaf şey; koca ormanda, kasabanın sınırında bu
ağlama sesi de nedir, diye geçirdi içinden. Ayağa kalktı ve etrafını kolaçan
ettiğinde ormanın içine ilerleyen, büyük yola bağlanan dönemeçten geldiğini
anladı sesin.
Merakla yöneldi o tarafa, sesin
kaynağına…
Karşısında eli yüzü pas içinde,
kıyafetleri yırtık ve hıçkırıkları titremesine karışan 30’lu yaşlarında bir
adam gördü. O kadar içten ağlıyordu ki acının beden bulmuş haliydi adeta.
Kelimelerle tarif edilemeyen acı karşısında duruyordu.
-Neyin var, neden ağlıyorsun; bir yerin falan mı acıyor, yoksa başka bir
şey mi geldi başına?
-Ekme, Ekme, Ekmek İstedim; vurdu baa, bana vudu, odaki ordaki amca
vurdu!
Çocuktan farksızdı bu adam. Belli ki çerle
çöple kirlenmemiş tertemiz bir topraktı; “sözde” zihni engelli, ruhu
engelsizdi. Kırmışlardı o tertemiz kalbini. Âmir kim olduğunu bilmediği bu
adamın koluna çekinmeden giriverdi.
-Boş ver o adamı üzülme, kalbi
kirli olanlar, temiz olana tahammül etmek istemez çünkü onlara kendi
karanlıklarını hatırlatır. Gel benimle, sana ekmek vereceğim. Nisba
Kasabasındanım; yan kasadaki insanlar gibi değildir bizim kasabamız. Fakirdir
ama sofrası bol, misafiri toktur. Kimse sana o adamın davrandığı gibi
davranmaz.
Ağlaması biraz daha dinmişti ama
titremesi aynı şekilde devam ediyordu. Hava sıcak olmasına rağmen belli ki
yüreği üşüyordu adamın, buz kesmişti her yanı!..
Kasabanın içlerine doğru ilerledikçe meraklı
bakışlar homurdanmalara dönüştü. Kimdi bu meczup? Kim görse içi cız ediyordu.
Çocuklar dâhi oyun oynamayı bırakmış, diğer büyükler gibi bir şey yapabilir
miyiz acaba, dercesine Âmir’le adamın etrafına toplanmışlardı.
Âmir evin bahçesine vardıklarında, annesine
seslenerek yiyecek bir şeyler hazırlamasını söyledi. Şaşırdı yaşlı kadın ama
pek de sorgulamadı. Misafir kendisiyle beraber muhakkak bir bereket getirirdi
çünkü. Akşam için hazırladığı yemeği tabaklara pay ederek sofrayı kurdu.
Yemek yiyişinden ne kadar aç olduğu
anlaşılıyordu adamın. Gülümseyerek annesiyle göz göze geldi Âmir. Daha sonra
dönüp yemeğin bitmesine yakın sordu adama ismini:
-Derviştir adım, Derviştir adım.
Öne arkaya sallandıkça gözünden
yaşlar akmaya devam ediyordu adamın. Belli ki canı hâlâ çok yanıyordu.
-Derviş demek. Nerelisin peki. Seni daha önce hiç buralarda görmemiştim.
-Geldim, geldim, doydum, Derviştir adım.
-Tamam Derviş, afiyet olsun. Nerden geldin, nereye gidersin; onu
soruyorum.
-Hayyyy, Huyyyy, Hayyyyy, Huyyyy, Hayyyy, Huyyyy, Derviştir adım.
-İyi madem daha fazla yorulma sen, güzelce bir dinlen. Yarın vakitlice
kalkar senin için bir hâl çaresine bakarız.
Kendi kıyafetlerinden uygun
olabileceğini düşündüklerini getirip Derviş’e verdi. Giyinmesi için yalnız
bıraktıklarında içerden Derviş’in devamlı tekrarladığı söz ilişti kulaklarına:
-Hani bunun ilk sahibi, geldim, doydum, Derviştir adım. Mal sahibi, mülk
sahibi, geldim, doydum, Derviştir adım…
Ne kadar güzel bir sözdü bu.
Şaşkınlıkla dinledi Âmir.
Derviş’in yanına tekrar
girdiğinde iyileşmiş bir hastanın gülümseyen yüzünü gördü. Sakin, huşu
içersinde bir ifade…
Bir ileri bir geri sallanıp
duruyordu Derviş ama eski hüzünlü ifadesinden eser yoktu.
-Annem sana yatak kurdu Derviş,
hadi gel uyu, dinlen. Yarına çok işimiz var.
- Geldim, gördüm, geldim gördüm, Derviştir adım. Geldim, gördüm, geldim,
gördüm, Derviştir adım…
Kasaba uyanmıştı, çocuk
cıvıltıları, öten kuşlar ve kuzu sesleri öyle bir ahenk yaratıyordu ki. Şükürle
uyanmak için yeterli bir sebepti bunlar.
Amir ve Derviş de uyandı bu
sesler eşliğinde. Âmir’in annesi Gülendam komşusuyla sohbet ediyor, bir yandan
da ekmek pişiriyordu. Evdekilerin uyandığını görür görmez pişirdiği ekmeklere
peyniri aşık edip sofrayı kurdu. Yemeğe başladıklarında, Derviş her zamanki
sözlerini tekrarladı:
-Geldim, gördüm, doydum, Derviştir adım.
Sokağa çıktıklarında, ilk önce
mahalle kahvesine uğradılar. Yaşlı adamlar Derviş’i görür görmez, önceki günden
eser kalmadığını anlayarak taktir eden gözlerle Âmir’i selamladılar.
Oturanlardan biri Derviş’e
seslenip, “Ah, evladım. Çocuğum yaşasaydı sen yaşlarda olacaktı. Ne de çok
yavrumu anımsattın bana; ölüm işte, dalından kopan çiçek misali kopardı yavrumu
benden, soldu gitti şimdi.” Hüzünlendirdi herkesi yaşlı adamın bu sözleri.
Derviş ise biraz daha hızlıca öne arkaya doğru sallamaya başladı:
-Yok, yok, ölmez, ölmez, geldim, gördüm, ölmez, ölmez.
Amir yaşlılardan aldığı akılla
Derviş’i kasabanın kadısına götürmeye karar verdi. Kadıyı caminin çıkışında, yanında
ateşli sorular soran iki adamla beraberken yakaladı ve vakit kaybetmeden
sesleniverdi:
-Efendim, bir müşkülümüz var. Eman dilemeye geldik. Allah’ın izniyle fikir
sunar yolumuzu aydınlatırsınız.
-Şeyhmus oğlu Âmir, en son baban öldüğünde gelmiştin yanıma! Hayrola?!
-Dün Merkir’in girişinde oturup dinleniyordum. Dervişle karşılaştım. Komşu
kasabadan biri onu biraz hırpalamıştı, kötü durumdaydı. Eve götürdüm, biraz
dinlendikten sonra kendine geldi ama kesin bir çözüm bulamadım. Ne yapacağımı
bilmediğim için de yanınıza gelip size danışmak istedim efendim.
Derviş’in devamlı olarak öne arkaya sallanması
ve aynı sözleri tekrarlamasından dolayı kadı pek bir şey sormadı. Anlamıştı ne
kadar temiz bir yüreğe sahip olduğunu!
-İyi yapmışsın evladım fakat biliyorsun ki bu iş için merkeze mektup
yazmak gerekiyor. Kasabanın güvenliğini sağlayan 5 tane zabitten başka kimse
yok. Bu işi araştırmak biraz uzun sürecek. Sizin yanınızda bir süre daha
barınmaya devam etsin. Bir yolunu bulacağız inşallah.
-Efendim, misafir bereketiyle gelir. Kesinlikle bizim için herhangi bir
sıkıntı yok fakat Derviş için belki ailesini, onu tanıyan bir yakınını bulmak daha
iyi olur diye düşündük. Şimdiden tertemiz kalbiyle, evimize huzur ve bereket
kattı. Halimizden gayet memnunuz.
Kasabayı akşama dek arşınladılar. Derviş her
geçtiği evin önünden davet alıyor, hiç yoktan bir şeyler ikram edilmek üzere
durduruluyordu. Yıkık viraneydi bu kasabanın evleri ama azı çok bilenlerin
bereketiyle nurlanıyordu.
Derviş kendisiyle her konuşana,
bir şeyler ikram etmeye çalışana, “Geldim, gördüm, doydum, Derviştir adım,”
diyordu.
Günler geçtikçe herkes Dervişi
kasabadan biri olarak benimsemeye başlamıştı. Yaşlı kadınlar bir şeyler
taşımasını istediklerinde asla geri durmuyor, normal insanlardan farksız her
türlü işi görüyordu. Toprak sürüyor, tohum ekiyordu.
Bereket fışkırıyordu artık kasabadan;
fakir sofralar zenginleşiyor, çeşitleniyordu. Şaşkınlık içersindeydi bütün
ahali. Kasaba öyle bir noktaya gelmişti ki yeşeren tohumlarla, olgunlaşan
meyvelerle çevre köylere, kasabalara, hatta şehirlere bile yetecek kadar ürün
elde ediliyordu. Evler onarılıyor, yıkık
dökük viraneler birer küçük saray görünümü kazanmaya başlıyordu.
Aradan 3 yıl geçmişti. Bereketle dolu 3 yıl. Çok şey değişti kasabada.
Çehresi baştan başa onarıldı.
3. yılın son günüydü. Diğer günler gibi şükürle uyandılar fakat daha
dolu bir sofra vardı sabah kahvaltısında.
Âmir annesine en son arzusundan
bahsetmeye başladı. Merkez şehirdeki yetkililere yazdığı mektupla bir medrese
talebinde bulunmuştu. Kim bilir belki de kasabanın adı duyulur oldukça
medresenin kurulma ihtimali de artmıştı. Fırsatı olamadığı için çok kişi şehre gidip
eğitim alamıyordu. Bu durum kasaba gençleri açısından çok büyük bir problemdi.
Sofrada annesine son yıllardaki berekettin medrese kurulması konusunda faydalı
olabileceğini ama merkezden gerekli destekler verilmezse böyle bir medrese
kurulmasının mümkün olmadığını söyleyerek dertleniyordu Âmir. Sofranın
kenarında öne arkaya doğru sallanan Derviş bir anda ayağa kalktı. O kadar ani
ve hızlıydı ki konuşmayı kesip Dervişe baktılar.
-Ne oluyor Derviş
-Geldim, gördüm, doydum, gider oldum, kalanlara selam olsun, Derviş’tir
adım.
Bu sözleri söyledikten sonra bir anda ayağa fırladı derviş ve hızla
kapıya yönelip, dışarı attı kendini. Arkasından da aynı hızla Âmir ...
Koşuyordu Derviş, kanatlanmıştı adeta! Âmir yetişemiyordu onun hızına,
nefesi kesiliyordu.
Bir süre koşmaya devam ettiler; ta ki meşhur tepeye varana; Dervişin,
kabartmaların olduğu, heykellerin çıkarılıp merkeze götürüldüğü geçide girene kadar.
Aman Yarabbi, ne işi vardı Derviş’in orada? Tereddütler içersinde yavaşça Amir de girdi Derviş’in arkasından.
-Dervişşş, nereye gidiyorsun. Çok derin bir mağara burası. Kaybolursun…
Yankılanan ayak seslerinden gayrı başka bir ses gelmedi Dervişin gittiği
yönden. Korku içersindeydi Âmir, yine de takip etmeye devam ediyordu.
Yürümeye devam ettikçe çok güzel bir koku geldi Amir’in burnuna, mest
oldu, bir süre sonra mağaraya girdiği sıradaki kaygısından eser kalmadı. Oturup
saatlerce gözlerini kapayarak burada kalabilirdi. Cennet kokusu bu olsa gerek
diye düşünerek ayak seslerini takip etmeye devam ediyordu. Ömründe ilk kez
girmişti bu mağaraya, duvar yazıları ufak tefek ışıklarla az çok aydınlanıyordu.
Kim bilir neler neler kaydedilmişti bu mağara duvarlarına! Her gördüğü şeklin
karşısında durup seyretme, ne anlattığı konusunda tefekküre dalma dürtüsü o
kadar güçlüydü ki yine de ayakları Dervişi takip etmesi için onu sürüklüyordu.
Şimdiye dek 9 tane dönemeç saydı Amir, dönerken yolu kaybetmemek adına
aklına kazımaya çalışıyordu bütün her şeyi.
Nihayet 10. dönemece geldiklerinde Dervişin ayak sesi de kesiliverdi.
- Yorulmadın mı Allah aşkına, gitme başka bir yere. Dur orada. Birazdan
yanındayım Derviş.
Hiçbir cevap yoktu. Adımlarını hızlandırdı Âmir. Dönemecin başına
geldiğinde duvardaki yazıların farklılaştığını; yerine, yıldız ve gökyüzü
resimlerinin aldığını fark etti. Her gece gökyüzüne baktığında gördüğü
yıldızların yerlerini tek tek bulabiliyordu duvarda. Merakla kaybolan yıldızı
bulmaya çalıştığında içerden o noktaya yoğun bir ışık huzmesinin düştüğünü fart
etti ve titremeye başladı. Işığın kaynağı Dervişin olduğu 10. dönemeçten
geliyordu. Son bir kez daha gücünü toplayarak ışığın kaynağına doğru ilerledi.
İçerisi o kadar aydınlıktı ki,
hiçbir şey göremiyordu Amir. Vücudunun hafiflediğini hissediyordu. Sanki
yürümüyor havada süzülüyordu. Hiçbir şey düşünemez olmuştu. Maddesel hiçbir
varlığı yoktu artık. Ruhu vardı sadece sanki.
Bir ses işitti:
-Meğer ki gökte yıldızım
Şöyle garip bencileyin
Hey Emre'm Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin
Derviş’in sesiydi bu. Gökyüzünde kaybolan yıldız işte bu sesin
sahibiydi. Bunu duyduğu anda huşu içerisinde başını yere eğerek ayakları üzerine
çoktu Âmir.
Kendine geldiğinde, mağaranın girişindeydi; akşam olmuştu. Yanı başında
el yazması bir defter vardı. Şaşkındı. Gördükleri rüya mıydı gerçek mi? Gökte
gördüğü yıldız Derviş Yunus muydu hakikaten? Kafasını kaldırdı; bulutsuz berrak
gök yüzüne; kaybolan yıldıza doğru baktı.
Yerindeydi nurdan hale, olabildiğince haşmetiyle parlıyordu. Sanki selam
veriyormuşçasına dalga dalga ışık yayıyordu.
Neden gelmişti peki; böyle ulu
bir insan neden teşrif etmişti kasabalarına?
Defterin kapağını araladığında şu
sözlerle karşılaştı:
“Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için
Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim.”
Âmir’in içten seslenişi, semalardan karşılık bulmuştu!
Aradan yıllar geçti. Hayal ettiği noktaya getirmişti kasabayı Âmir.
Medreseyi kurmuş, kurduğu medresenin baş müderrisi olmuştu. O kitapta yazan
hikmetli şiirler yolunu aydınlatmış, kendi ışığıyla binlerce yeni yıldızın
parlamasını sağlamıştı.
Velhasılı kelam gönül insanları birer kandildir, aydınlatırlar dünyayı.
Gökyüzüne her baktığınızda selam vermeyi unutmayın. Uluların Ulusuna bin selam
olsun!