Dün ü Gün

  • Yazar: Ahmed Yakup Çoşkun

  • Rumuz: Pukai

  • Okulu: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi

  • E-mail: ahmedcoskkun17@gmail.com

Konu

İlk göç zamanlarında altıncı sınıfta öğrenim görmekte olan Yunus Emre'nin sınıfına Suriyeli çocukların gelmesi üzerine gelişen olaylar.

Tab Article

Rumuz: RENÇER

Dün ü Gün     


Düşman bana nide bile 

İşim gücüm dosttan yana

Dost makamı can içinde

Düşman eli eremeye

                                                                 Yunus Emre                             



Benim adım Yunus. Daha altıncı sınıfta olmama rağmen, annem derslerime daha çok odaklanmam gerektiğini ve sokakta ayağı yanmış it gibi gezmemem gerektiğini söyler. Zaman zaman da “A Miskin Yunus'um… Azıcık da ders çalışsan!” diye sitem eder.

 Bunları hep bitmek bilmeyen enerjimi ders dışında her şeyde atmayı seçtiğim ve de akşamlara kadar eve gelmek bilmediğim için söylüyor. Annem küçükken hep hemşire olmak istermiş, ancak o zamanlar imkan olmadığından okumamış, evlenip çoluk çocuğa karışmış o da. Bu yüzden onun yerine benim beyaz önlüğü giymemi, okuyup adam olmamı istiyor. 

Benimse şu sıralar umrumda olan tek şey oyun oynamaktır. En çok da Futbol. Mahallemizdeki top sahasında kendimi kaybedip akşam ezanından sonra eve geldiğim için çok azar işitmişimdir annemden.Yine de mahalle maçında oynayıp yan mahalleden rakipler mors etmeye değerdi tüm patırtılar.

Okula gitmeye bayılırım. Çünkü teneffüslerde, en çok da 45 dakikalık öğle aralarında pet şişelerin içine su ya da kum doldurarak elde ettiğimiz “top”larla maçlar yapabiliriz. Birçok kez derse geç geldim diye kulağımın çekildiği oldmuşsa da yine de oyunu bırakıp derse gitmek zor gelirdi hep.

Bir gün derste her daim olduğu gibi, bazılarımız içine birbirimizin komik resimlerini çizdiğimiz kağıttan topları atarak gülüşür, bazılarımız ise teneffüste koşup oynamaktan bitap düşmüş şekilde miskin miskin uyuklarken sınıfın kapısı tıkladı. Okul Müdürü öğretmenden duyuru yapmak için müsaade istedikten sonra yanındaki üç çocukla birlikte girdi içeriye. Sınıf sessizleşmişti bir anda. Bu çocuklar hiç de Türk’e benzemiyorlardı. Tahmin edecek olursam Suriyeli olduklarını söylerdim. Çünkü gerek mahallede, gerekse de akşam ailecek haberleri izlerken büyüklerin konuştuğu sohbetlerden sık sık duyuyordum isimlerini. Müdür,

” Çocuklar bunlar yeni arkadaşlarınız Hubeyb, Naser ve Erkam. Suriye'den buraya taşınmışlar. Artık bu sınıfta okuyacaklar. Mevcudu en düşük sınıf olduğu için buraya uygun gördük. Hocam çocuklara yer gösterirsiniz” dedi ve sınıftan çıktı. 


Tüm sınıfın gözü bu yeni çocuklardaydı. Bu garip sessizliği öğretmen bozdu.

 Arkadaki boş sıraları işaret ederek.

“Hoşgeldiniz çocuklar. Şimdilik şu arka tarafa geçebilirsiniz, daha sonra uygun yerler ayarlarız” dedi.

Çocuklar çok anlamış gibi gözükmesler de hocanın parmakla gösterdiği tarafa doğru hareketlendiler. Sınıfın kapı tarafında, en arka köşedeki eski sıralara iliştiler. Öğretmenimiz çok iyi Türkçe bilmediklerini anladığından mı yoksa sene başında hepimize sorduğu ”Nerelisiniz?”, “Baban ne iş yapar?” gibi soruların tehlikeli olabileceğini sezdiğinden midir ne “ Tekrardan hoşgeldiniz çocuklar.” demekle yetinip derse devam etti.

Hubeyb uzun, ince ve güçlü gözüken bir çocuktu. Kıvırcık siyah saçları ve gür kaşları vardı, bu kalın kaşların altından sert bakışlar atardı. Her zaman kareli gömlekler giyerdi. Naser aralarında anlaşılabilecek kadar Türkçe bilen tek kişiydi. Bir şey olduğunda diğer ikisinin başları ona dönüyor, Naser de arapça bir şeyler söyleyerek durumu anlatıyordu. Erkam diğerlerinden daha kısa ancak daha yapılı bir çocuk. Derslerde sürekli uzaklara dalar. Öğretmenlerden biri “ Siz buradasınız ama kafanız başka yerde “dediğinde hep aklıma Erkam’ ın bakışları gelir. Pek konuşkan biri değil. Yalnızca görünüşlerinden bile üçünün de durumlarının pek de iyi olmadığı kolayca fark edilebilir. Bütün kış yazlık spor ayakkabılarla gezdiler ve bir kez olsun onları kantinden bir şey alırken  görmedim.

Suriler’in -herkes onlara böyle diyordu- geldikleri günden beri ne derse katıldıkları ne de herhangi birimizle iletişim kurdukları olmuştu. Sabah okula gelir gelmez arka köşedeki sıralara ilişir ve okul bitene kadar birbirlerinden pek uzaklaşmazlardı. Okuldan sonra hep fazladan dersler yapıp Türkçe öğrenmeye çalışıyorlardı. Nadiren de olsa aralarında arapça bir şeyler söyledikleri olurdu. Böyle zamanlarda çocuklar kafalarını çevirip onlara garip garip bakarlardı. Sınıfça Suri’leri görmezden gelmemiz biraz zaman aldı. Ancak hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını şimdiden sezebiliyordum

İlk zamanlarda bazı anne babalardan şikayetçi olanları duymuştuk. Çocuklarının Suri’lerle aynı sınıfta olmasını istemiyorlardı. Bazıları sınıf bile değiştirmek istemişlerdi. Dilden dile dolaşan Suriyeli hırsız , taciz söylentilerinde ve kavgalardan korktukları için çocuklarının güvenliğinden endişeliydiler. Eminim birçoğu çocuklarını Suri’lerden uzak durmaları için sıkı sıkıya tembih etmişti çoktan. 

Sınıfın kabadayısı Ömer, bu tembihlerden payını almamış olacak ki bir gün öğle arasında yaltakçılarıyla birlikte Suri’lerin önünü kesmeye karar verdi. Hubeyb’e doğru 

“Siz suriye'den mi geldiniz”  diye sordu.

 Hubeyb kafası karışmış şekilde belli belirsiz “Evet” dedi.

 Ancak Ömer üstelemeye niyetli “Neden geldiniz ?” dedi

“ ?!” birbirlerine baktılar. 

Ömer, “Savaşıp ülkenizi savunsaydınız ya” deyince o ana kadar sessiz kalan Erkam atılıp Ömeri itti ve ortalık bir anda karıştı. Naser arkadaşlarını uzaklaştırmaya çalışırken iki taraf birbirine yumruk ve tekmeler sallıyordu. Neyse ki nöbetçi öğretmen çabucak geldi ve kavga büyümedi. 

Ne oluyor burda?” 

“Suriler toplanıp Ömere daldı öğretmenim“ dedi yaltakçılardan biri. 

Öğretmen “Bu doğru mu?” diye sorunca bir sessizlik oldu. Naser açıklamaya çalıştıysa da nöbetçi öğretmen onu susturup üçünü de müdürün odasına götürdü. Hiç kimse bir şey söylemeyince sessiz kalmış Suri’lerin ceza almasına sebep olmuştuk. Ertesi gün veliler okula geldi ve Ömer’in annesi Okul Müdürünün odasında adeta fırtınalar estirdi. İçerde olanları tam olarak bilemesem bile Naser, Hubeyb ve Erkam’ın yan yana ,sessizce bağırışların bitmesini beklediklerini hayal edebiliyordum.

Annem Suri’lerin bizim mahalleye taşındıklarını söylemişti. Sokağın aşağısında çok eskiden kalma kerpiç eve taşınmışlar. Kira daha ucuza gelsin diye birden fazla aile birlikte kalıyormuş. Tarifine bakılırsa çocuklardan biri Naser’di. Sonradan onu bakkalda görünce emin oldum. 

Bir akşam üzeriydi ve annem her zamanki gibi beni ekmek almaya göndermişti. İçeri girdiğimde Bakkal Erdal Abi, ne zaman sokakta top oynayacak olsak huysuzluk edip bizi kovalayan Hacı Amcayla konuşuyordu. Kasada görünce tanıdığım Naser, annesiyle olacak bir şeyler alıyorlardı. Hacı Amca, 

“Ülkeye doldurdular bunları ama hakkımızda hayırlısı… Bizden iyi yaşıyor hepsi de maşallah.

Bakkal Erdal ise başını sallayarak “Haklısın Hacı Amca” derken muhtemelen Naser’in Annesinin söylediklerini anlamadığını düşünüyordu. Ancak ben Naser’in onu çok iyi anladığını biliyordum. Sessizce önüne bakıyordu. Çıkarlarken göz göze geldik. Ben de yere baktım.


Top sahası… Sokağımızın sonundan karşıya geçer geçmez başlayan iki futbol sahası  büyüklüğünde boş bir çimenlik alan. Belediye ne kadar istese de satmamış sahibi diye duymuştum. Buna karşılık kendisine de izin verilmiyormuş üzerine yapılar yaptırması için. Çarpık kentleşmiş sokakların oluşturduğu mahallenin ortasında bir vaha gibiydi orası. Mahallelinin piknik yapıp mangal yaktığı bu arazi, aynı zamanda araba sürmeyi yeni öğrenenlerin de uğrak yeriydi. Bizim içinse futbol sahasıydı. Her gün okuldan sonra ve hafta sonları tam gün oradaydım mahalleden çocuklarla. Hatta bazen evde duramaz çok erken giderdim bu yüzden pek kimse olmazdı. Ya da çok sıcak olduğunda arkadaşlarımın aileleri izin vermezdi öğle saatlerinde. Ben pek umursamaz, sabah erken ya da yazın sıcağı olsa dahi çıkar tek başıma oynardım. Hele ki Televizyondan yeni bir yabancı ve havalı futbolcu ismi öğrendiysem… Bağıra bağıra kendime spikerlik yapar, hayali futbolcuları sıra sıra çalımlayıp, hayali kalelere goller atar şampiyonluklar kazanırdım. 

Bir cumartesi günü yine böyle tek başıma oynamaya çıkmıştım. Hava çok sıcaktı ama evde de duramamıştım. Mahalleden kimse ortalıkta yoktu ancak Hubeyb, Erkam ve Naser oradaydı. Aileleri biraz uzakta gölgede oturuyor, onlar da Futbol sahası olarak kullanılan orta alanın arka tarafında misket oynuyorlardı. Bilerek onlardan taraftaki kaleyi seçtim. Bir yandan topu sektirip hareketler yaparken hünerlerimi gösteriyor, bir yandan da göz ucuyla benden tarafa bakıyorlar mı diye gözlüyordum. İlgiyle baktıklarını farkettiğimden topu onlara doğru attım sonunda. Oynamak istediklerini biliyordum. Erkam topu bana geri attı ve oyunlarına dönüyorlardı. 

Topu göstererek seslendim. “Hey!  Birlikte oynayalım mı?” 

Birbirlerine kararsızca bakıp beklediler bir süre. En sonunda Naser omuz silkip bana doğru yürümeye başladı. Diğerleri de onu takip ettiler. “Aylık oynayalım. Nasıl biliyor musunuz? Topa sadece bir kez dokunabilirsiniz. On beş gol yiyen çıkıyor” 

“ Biliyoruz. Suriye’de de top var.” 

 Aptal aptal gülümsedim. Herkes sırayla topu sektirdi. En az sektiren Hubeyb olduğu için ilk o kaleye geçti. Bir süre sonra uzaktan aileleri seslendiler. Ben gitmek istemesem de Naser “Gel hadi” dediği için gittim. Biraz çekiniyordum. Eğer herkesin söyledikleri doğruysa başıma bir şey gelme olasılığı pek yüksekti. Yine de gittim. 

Yere serdikleri bez sofranın etrafında toplanmış dört Suriyeli kadın vardı. Evde hazırladıkları yiyecekler örtünün ortasında duruyor, kenardaki semaverde çay kaynıyordu. Anlaşılan yalnızca çocuklar değil aileler de birlikte dışarı dolaşıyor, her konuda yardımlaşıyorlardı. Daha önce bakkalda gördüğüm Naser’in annesi bana gülümsedi ve bir bardak su verdi. Uzunca bir süredir oynuyorduk. Bu yüzden sularımızı kana kana içtik. Uzaklardan top sahasına giren sınıf arkadaşlarımı görünce yanlarından ayrıldım. 

Yaza iyiden iyiye yaklaşmıştık ve okul her zamankinden daha eğlenceliydi. Zaten bana göre kantinde dondurma satılıyorsa okul hep daha eğlencelidir. Havalar iyi olduğu için artık Beden Eğitimi derslerinde doyasıya top koşturabiliyorduk. Hatta bazı hocaları dersleri bahçede yapmaya bile ikna edebiliyorduk. Yine bu serbest zamanların birinde herkesin okul kapısındaki bir afişe baktığını gördüm. Sınıflar arası futbol müsabakası. Üstelik birincilere futbol ayakkabısı, ikincilere forma ve üçüncü olan takımlara ida orijinal futbol topu verilecekti! Ahh!... O ayakkabalarla aynı Ronaldo gibi olurdum! Annem ayakkabılarımı top sahasında iki haftada eskitmemden hiç de memnun değildi. Ona bir kere gerçek futbol ayakkabısı alsak daha uzun süre giyebileceğimi anlatmaya çalıştım ancak tabii ki de dinletemedim. Ben böyle dalıp gitmişken yanımda bizim sınıftan Samet bitiverdi. Düşünceli düşünceli “Bizim sınıftan 7 kişilik takım çıkmaz Koca Yunus” dedi. Haklıydı. Her zaman sınıfımızın kız mevcudu erkek mevcudundan daha fazla olmasından yakınırdık zaten. Oyun oynayacak kimse yoktu! Dört kişilik has kadromuza iyi oynamayanları dahil etsek de turnuva kazanacak bir takım çıkmazdı. Yine de kararlıydım. Hem kim bilir, belki de Biçare Yunus değildim sandığım kadar. 

Öncelikle takım arkadaşlarımı sonra da Suri’leri ikna etmeliydim. Olayların üzerinden zaman geçtiği için Suri’ler sanki yokmuş gibi davranıyordu herkes. Artık okulda görünmezlerdi. Zaten ilkbaharın gelişiyle birlikte herkesin dikkati dışarıya verilmişti. Takım kurmak için toplanan has kadromuz  dört kişiydi. Ömer Samet Hüseyin ve ben. Birlikte seçeneklerimizi değerlendiriyorduk.

 “ İkizlere ne dersiniz” Kemal ve Efe'den bahsediyordu.

 “Onların müzik grubunda olduklarını biliyorsun. Antrenmanlara bile gelemezler.” 

“ Ya Aytekin?  En hızlı koşanımız o” 

Samet Araya girdi “Topa vuramadıktan sonra pek bir şey ifade etmiyor” 

Daha fazla dayanamadım. 

 En kararlı ses tonumla konuştum ve bunun onları ikna etmeye yardımcı olmasını umdum.

“Suri’lerle oynayalım.“

Gülüşmeler oldu. Sonradan ciddi olduğumu fark ettiler. İlk karşı çıkan Samet oldu.

 “Oynamayı biliyormuş gibi değiller” 

“Onlarla daha önce oynadım. Eğer bu turnuvayı kazanacaksak bu sınıftan çıkan en güçlü takım ancak böyle olur. Erkama gol atmak çok zor ve bir kalecimiz yok.”

 Kafalarına yatmış gibiydi. Sessizliği Ömer bozdu

 “Onlar varsa beni sayma” 

“Hadi ama, görünüşe bakılırsa başka şansımız yok.” dedim ancak Ömer ısrarcıydı.

“Adamlarla konuşamıyoruz bile” 

“ Türkçeleri o kadar da kötü değil artık. Hem çevirmek için Naser var.” 

“Onları sevmiyorum. Garipler.” Asıl düşünceleri gün yüzüne çıkıyordu. Ancak benim de son bir kozum vardı.

“Hubeyb senden daha iyidir diye mi korkuyorsun?” 

Donuk bakışlarından onu savunmasız yakaladığım belli oluyordu. Bir süre sessiz kaldı. Bu lafın üzerine ‘Olmaz’ demeyi gururuna yediremiyordu besbelli. Onu bu şekilde ikna edebileceğimi tahmin etmiştim. Garip bir şekilde işe yaradı.

Sıra Suri’leri ikna etmedeydi ki bu çok daha kolaydı. Her çocuk gibi onlar da oyun oynamaya bayılıyorlardı ve bulundukları durumda takım arkadaşları konusunda seçici davranmayacaklarını düşünüyordum. Hayalimdeki ayakkabılara giderek yaklaşıyordum. 

O gün Suri’ler ortalıkta yoktu. Neyse ki annem o akşam börek yapmıştı. Her zaman komşulara da verirdik. “Naser’lere de götürsem ya. Artık aynı takımdayız.” 

“Ne takımıymış bu.”

“Futbol turnuvası var okulda. Ona katılacağız.”

Sessiz kaldı. Ama bir tabak hazırladığını duyabiliyordum. avuçlarımda börek tabağının sıcaklığı, sevinçle sokağın aşağısına koşup kapıyı çaldım. Kapıya Naser çıktı 

“İyi akşamlar” diyerek tabağı uzattım. 

“Annem yapmış. Size de getirmemi istedi” 

Tabağa bakıp gülümsedi “Teşekkürler” 

“Baksana, sınıflar arası futbol turnuvası varmış. Herkes siz üçünüzü de takımda istiyor. Diğerleriyle konuşur musun sen? Yarından itibaren antrenmanlara başlayacağız.”

“Okulda mı”

Başımla onayladım. 

“Erkam ve Hubeyb’i de al olur mu” 

“Tamam” 

“Hadi iyi akşamlar” 

“Sana da” 

Kapı sesi. Bu iş de tamamdı. Sevinçli bir şekilde eve yolldandım. Asıl zor olanın hala önümüzde olduğunu nereden bilebilirdim ki.

Antrenmanlar şüphesiz ki en zoruydu. Turnuvanın başlamasına iki hafta vardı ve her gün çalışmak zorundaydık. Genelde bir kişi daha bulup çıkışlarda okulun sahasında 4’e 4 maçlar yapıyorduk. Ancak maçlar olması gerektiğinden biraz daha sert geçiyordu. Özellikle Ömer ve Hubeyb’in arasındaki gerginlik tedirgin ediciydi. Omuz mücadelelerinde birbirlerine çok sert davranıyor, tartışmalı pozisyonlarda uzun uzun bağırışıyorlardı. Naser ve Erkam Hubeyb'in tarafını tutması diğerlerinin ise Ömer’i desteklemesi takımı bir pasta gibi ortadan ikiye bölüyordu. Bu kutuplaşma yüzünden Suri’ler genelde hep aynı takım da diğerleri ise karşı takımda oynuyordu. Maçlar hep öfke krizleri ya da  Naser'le güç bela ayırdığımız kavgalar yüzünden yarıda kalıyordu. Bu gerginliğin sonu nereye gidecek bilmiyordum. Ancak böyle giderse ilk maçtan eleneceğimiz kesindi. 

İkinci hafta bahçede gördüğüm sekizinci sınıflarla öğle arasında bir maç ayarladım. Birlikte oynamanın kavgalara son vereceğini takım olarak oynamak zorunda kalacağımızı umuyordum. Yanılmışım. İki grup da birbirlerine pas atmıyor, defansta ömer ve Hubeyb birbirlerini kollamadıkları için iri cüsseli sekizler farkı git gide açıyorlardı. O çok istediğim ayakkabıların elimden bu şekilde kayıp gitmesi çok üzücüydü. Maç ilerledikçe mevcut olmayan rekabet yüzünden sekizler dalga geçme dozunu artırdılar. Yapmacık Arapça konuşmalarına ve kışkırtıcı gülüşlerine herkes sessiz kalıyordu. Bir pozisyonda Ömer defanstan topla çıkmak isterken çalım attığı çocuktan çelme yiyip yere kapaklanınca da olanlar oldu. Hemen ayağa kalkarak onu düşüren çocuğun üzerine atıldı ve ortalık iyice  karıştı. Ömer'in arkasından itmeye çalışan çocuğun önüne Hubeyb'in çıktığını görünce şaşırdığımı itiraf etmeliyim.. Neyse ki Nöbetçi öğretmenlerden biri uzaktan bağırınca ortalık sakinleşti. İri cüsseli sekizlerden biri topu uzaklara dikerek 

“Turnuvada görüşürüz” dedi ve uzaklaştılar.


Benim Adım Yunus Emre. Artık benim için artık futboldan daha önemli şeyler de var. Annem derslerimin daha iyi olmasına çok seviniyor elbette, hep “ Bizim Yunus da Maşallah…” diye başlayan cümleler kuruyor. ancak bahsettiğim şey yalnızca bu değil… 

İki yıl önceki turnuvada ilk turdan elendik. Şu bir takımın oynayıp diğerinin kazandığı maçlardandı. Yine de O günden sonra yaptığımız maçlar kadar eğlenmemiştim hiç. Kavgadan sonra Ömer ve Hubi- artık ona böyle sesleniyoruz- giderek birbirlerine ısındılar. Uzun zamandır can ciğer kuzu sarması olarak okulda zamanın çoğunu birlikte geçiriyorlar.

 Aslına bakarsanız tüm takım bu şekilde. Teneffüslerde takım olarak geziyor, çıkışlarda dondurma yiyoruz. Naser ile ben de okula birlikte gidip gelir olduk. Zaten artık ailelerimiz de birbirlerini tanıyorlar. Mahallede zaman zaman onlar bize, biz onlara oturmaya gideriz hep. 

Zaman geçtikçe Naser Erkam ve Hubi Türkçeyi çok güzel öğrendiler. Çoktandır derslere katılıp yüksek notlar alıyorlar. Erkam’ı yaptığı bir espri ile tüm sınıfı gülmekten kırıp geçirirken görürseniz şaşırmayın derim. Onlardan sonra okulumuza çok Suriyeli geldi ama artık bizim sınıftan kimse onlara Suri demiyor. 

Bazen grupça dondurma yemeye gittiğimiz zaman, derslerden birinde aramızda yapılan bir espriye nefes alamayacak denli güldükten sonrai, ya da kıran kırana bir maçın en heyecanlı yerinde herkesi elinden gelen her şeyi yaparken gördüğümde, başımı öne eğip eskimiş ayakkabılarıma bakarım ve gülümserim. Yine de iki sene önceki turnuvayı daha düdük bile kazandığımızı kimseye söylemem.