MUCİZE

  • Yazar: Seda Kocaoğlu

  • Rumuz: seda4517

  • Okulu: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi

  • E-mail: sedakocaoglu45@gmail.com

Konu

Bu hikayenin konusu Ahmet ve eşinin, kızlarının doğumu sırasında Ahmet'in hayatını ve anlayışlarını düşünce süzgecinden geçirmesi.

Tab Article

MUCİZE

Sıcak bir mayıs ayının sabahında sancıyla uyandı genç kadın. Eyvah dedi bebeğim geliyor! Yanında uyuyan eşini kaldırdı heyecanla:

-Ahmet kalk bebek geliyor!

Telaşla fırladı Ahmet yataktan. Bebekten önce eşini düşündü çünkü eşi öncesinde bir kalp rahatsızlığı geçirmişti. “Karım şu çocuğu sağlıkla bir doğursun ikisini de sağ salim bir göreyim başka bir şey istemiyorum” diye geçirdi aklından. Oysa ne çok beklemişlerdi bu bebeği ama normal bir doğum risk demekti Nihal için. Kalbini zorlamaması gerekiyordu. Apar topar hazırlanıp çıktılar evden. O zamanlarda bebekleri olunca hayat kolaylaşsın diye aldıkları beyaz Murat 124’ e bindiler güçlükle. Hastaneye yetiştiler yakındı zaten oturdukları semte.

            O yıllarda ultrason yoktu ya da yaygın değildi. Bu yüzden cinsiyetini bilmiyorlardı bebeğin. Ahmet heyecanla eşini bekledi doğumhanenin kapısında. Beklerken düşünmeye başladı hayatını. Artık ailesi büyüyordu kız olsun erkek olsun sağlıklı doğsun da… Ahmet babasız büyümüştü. Aile nedir hiç bilememiş, daha küçücük bebekken kaybetmişti babasını. Annesiyle oradan oraya savurmuştu hayat onları. Annesi evlenmiş o da üvey baba istemediğinden anneannesiyle yaşamaya başlamıştı. Yatılı okulu kazanınca da ayrılmıştı oradan da. Kendine bir yol çizmiş işlerini yoluna sokmuş başka bir şehirde yaşamaya başlamıştı. Nihal çocukluk arkadaşıydı Ahmet’in. Mahallede birlikte büyümüşlerdi. Arkadaşlık aşka dönüştü yıllar sonra. Nihal hemşireliği bitirip Kayseri’ye atandı. Ahmet de öğretmen olmuş Tekirdağ’da yaşıyordu. Ayrılmadılar hiç, mektuplaştılar sürekli. Nihal’in annesi de severdi Ahmet’i. O yüzden de destekledi kızını bu evlilik için. Ahmet dürüsttü, ekmeğini kazanıyordu, en önemlisi kızını seviyordu. Saime hanımın ilk ve tek göz ağrısıydı Nihal, en kıymetlisiydi. Yıllarca hastane köşelerinde kızını iyileştirebilmek için seferber olmuştu kocasıyla birlikte. Hatta onu yalnız bırakmamak için hep birlikte taşınmışlardı kızı Kayseri’ye atanınca. Güvendi Ahmet’e artık kızı iyileşmişti ve kocası da yanında olacaktı. Gözü arkada kalmadan emanet etti kızını.

Ahmet de biliyordu eskiden beri Nihal’in hastalığını. Ama hiç önemli değildi onun için, seviyordu onlar birbirlerini ne olursa olsun evleneceklerdi. Sevginin gücüyle iyileştirecekti gözünün nurunu. Evlendiler güzel ve sade bir düğünle. Babasızlığın buruk acısıyla girdi Ahmet dünya evine. Hep hayalini kurardı baba olacağı günlerin. Babasızlık zordu evet ama onun annesi de yok gibiydi. Kadıncağız kendi hayatının savaşında kocası ve çocuklarıyla meşguldü. Hayat kavgası zordu elbet. Zavallı çocuk kendi kendine orada burada büyümüştü işte ama artık hayatında her şey yerli yerinde olacaktı. Eşi ve doğacak çocuğuyla mutlu mesut devam edecekti hayatına.

Heyecanla adımlıyordu doğumhanenin kapısını. Bir yandan gelecek bebeğini bir yandan da çığlıklarını duyduğu karısının bir an önce sağlıkla bebeğini kucağına almasını her şeyden çok istediğini düşündü. Çok inançlı sayılmazdı. Küçük yaşta babasız kalmış feleğin tokadını erken yemiş bir çocuk olarak büyümüş hayata inancını belki bu yüzden kaybetmişti. Zor zamanlarda gelirdi aklına Allah’a sığınmak. İşte şimdi tam zamanıydı. Geçirdi aklından yine bildiği tüm duaları. Çocukken annesi camiye gönderdiğinde imama kızıp camiye gitmediği için bir pişmanlık dalgası geçti kalbinden. Annesi de kayınvalidesi de namazında niyazında insanlardı halbuki. Nihal de inançlı bir kadındı. Orucunu tutar, namazını kılardı. Ahmet pek uymazdı bu ritüellere, karışmazdı da kimseye. Herkesin aklı kendine derdi.

Fizik öğretmeniydi Ahmet ona göre her şey bilimin ürünüydü. Öğrencilerini de bu yolda yetiştirmeyi ilke edinmişti kendine. Arada sırada işin içinden çıkamadığında gelirdi aklına dini konular. Ailesinden dolayı çok da yabancı değildi zaten. Belki de işine gelmemişti. Başına ne kadar kötü şey de gelse sevgi doluydu hep ailesine, öğrencilerine kısaca her şeye karşı hep olumluydu. Kitap okumayı da çok severdi. Nihal’i beklerken bir gün okul kütüphanesine gördüğü bir kitap ve bu kitaptaki bir şiir aklına geldi. Yunus Emre’nin  ‘Bana Seni Gerek Seni’ adlı ilahinin sözleri yankılanmaya başladı zihninde. Nereden geldi şimdi aklıma diye düşündü.

Aşkın aldı benden beni

Bana seni gerek seni

Ben yanarım dün ü günü

Bana seni gerek seni

Bu dizeler de acaba karısına duyduğu aşktan dolayı mı gelmişti aklına… “Tabi canım dedi,  şu anda tasavvuf edebiyatına merak salacak değilim herhalde.” Sonra hatırladı aslında şiirin maddi aşkı değil manevi aşkı, Allah aşkını anlattığını. O yaşadığı dünyada önce acıyı, kimsesizliği tatmıştı. Sonra güzel duygular aşk ve sevgi çıkmıştı karşısına. Tamam demişti bu dünyada tadacağım tüm güzel duyguları tattım baba da olunca her şey tamamlanacak. Oysa bu mümkün müydü acaba? Yunus Emre bu şiirinde gerçek mutluluğun bu dünyada olmadığını söylüyordu aslında. Okuduklarıyla düşünceleri arasında kalmıştı yine Ahmet. Hayır böyle olmamalıydı. O gerçek aşkı bulmuştu birazdan da aşklarının meyvesini kucağına alacaktı. Yine kafasında gelgitlerle düşüncelere dalmıştı ki o sırada doktor geldi doğumun biraz zor geçtiğini ve bir de anne ile bebek arasındaki kan uyuşmazlığından dolayı bir tedavi uygulayacaklarını anlattı Ahmet’e. Onlar bunu zaten biliyordu ve gerekenler hamilelik sürecinde yapılmıştı. Ama bebeğin kan grubu bilinmiyordu, bu sefer ki tedavi doğacak bebek için olacaktı. Beyninden vurulmuşa döndü. Yine isyan etti. Her şeye olumlu tarafından bakar, kalbinden iyiliği hiç eksik etmezdi. Neden yine hayat karşısına baş edemeyeceği durumlar çıkarıyordu. Bunları hak edecek ne yapmıştı. İşte o zaman sürekli bunu sorgulamak yerine olaya yine iyi tarafından bakmayı denedi. O dizeler aklına boşuna gelmemişti. Bu bir işaretti.

Ahmet için o anda her şeyden çok karısı ve çocuğu önemliydi. Doktorlara güvenmiş, yapacak bir şeyi olmadan beklemeye başladı. Tam o sırada hastanenin kapısından kayınvalidesi ve kayınpederi girdiler. Doğum geçekleşmeden yetişmişlerdi. Çok sevindi Ahmet. Çünkü Nihal’in bu süreçte annesine ihtiyacı olacaktı. Saime Hanım ve Cemal Bey nur yüzlü diye tabir edilen insanların vücut bulmuş hali gibiydiler.  İnsan onlara bakınca bir sıcaklık hissederdi. Ahmet onları görünce biraz rahatlamıştı. Yalnız ve çaresiz o kapıda beklemek gerçekten çok zordu. Kayınvalidesi ve kayınpederine olan biteni anlattı. Saime Hanım çok üzüldü bu duruma.

-Olsun oğlum, dedi. Üzülme benim kızım ne zorluklar atlattı elbet bunu da atlatacak. Sen kalbini ferah tut. Dualarını eksik etme.

Bir az önce düşündüklerini hatırladı Ahmet. Yunus Emre’nin ilahisini, bugüne kadar yaşadıklarını, iyi günlerini, kötü günlerini… Tam o sırada öğlen ezanı okundu. Sabah gelmişlerdi hastaneye öğlen olmuştu ve hala bebek gelmemişti. İçini bir sıkıntı kapladı. Hastanenin bahçesinde biraz hava alayım diye düşündü.

Hastane bahçesine çıktığında caminin ne kadar yakında olduğunu gördü. Ezan sesinin neden bu kadar yakından geldiğini anladı. Ahmet bir şey gördüğünde ve duyduğunda bunun ilk ne zaman olduğunu veya ilk kimin yaptığını düşünmeden edemezdi. Genel kültür konusunda donanımlı olmak için çabalardı hep. O zamanlar internet yoktu. Bilgiye ulaşmanın yolu kitaplardan geçerdi. Eline geçen her şeyi okurdu. Sadece branşı olan fizikle değil her türlü bilim dalıyla ilgili okumalar yapmayı severdi. Eşinin hamileliği boyunca eline geçen hamilelikle ilgili tüm kitapları okumuştu. Hatta hemşire olan eşinden bile gebelik konusunda daha çok şey bildiğini iddia edip onu kızdırmayı başarırdı. Sonra da üzülüp gönünü almak için uğraşırdı. Ne güzel bir evliliği vardı onunla geçirdiği her an ne kadar kıymetliydi. Ya onu kaybedersem diye buz gibi bir düşünce geçti aklından. Onu sevdiğimi söylemiş miydim, onun kalbini kırdım mı acaba diye düşündü. Bir çıksınlar şu doğum savaşından sağ salim… dedi ve öylece kala kaldı. Çok korktu. Kaybetme korkusuydu bu. Bu arada ezan devam ediyordu.

Camiye doğru ağır adımlarla yürüdü Ahmet. İlk ezanı kimin okuduğunu düşünürken buldu kendini. Bunu da okumuştu elbet Müslümanlığın tarihiyle ilgili kitaplarda. İslam tarihinde ilk ezanı Hz. Muhammed'in daha sonrasında azat ettiği kölesi Bilal-i Habeşi okumuştu. Bunu biliyordu. Nasıl bir yüzü vardı acaba Bilal-i Habeşinin? Neden şimdi bu aklıma geldi diye düşündü. Ezan hala devam ediyordu. Müezzin nasıl da güzel makamıyla okuyordu. Daha önce hiç böyle can kulağıyla ezan dinlememiş olduğunu fark etti. Ezan, Allah’ın birliğini ve Hz. Peygamber’in hak bir elçi olduğunu bildiren, mü’mini ibadete ve bunun neticesinde kurtuluşa davet eden, sadece ve sadece insan sesiyle icra edilen, İslam’ın sembollerinden biriydi. Bunu da okumuştu elbet bir yerlerde. Peki ezan neden bu kadar uzun sürmüştü. Aslında uzun sürmemişti kendi içi dünyasıyla baş başa olan Ahmet zaman kavramını yitirmişti belki de…

Camin kapısından girdi ayakkabılarını çıkarıp dolaba koydu. Sanki bunları bilinçsizce yapıyor gibiydi. Bir güç onu oraya yönlendirmişti. O kapıdan girince anladı ki dua etmekten başka bir şansı yoktu. Ne kadar dini konularla ilgisi olmasa da küçükken annesi ve anneannesinden aldığı eğitim ve okuduğu kitaplardan dolayı bu konuyla da ilgili bir çok bilgiye sahipti. Öğlen namazını imama uyarak kıldı ve eşinin ve çocuğunun doğumdan bir an önce sağ salim çıkması için tüm kalbiyle dua etti. Camiden çıktığında kendini hafiflemiş hissetti. Her şeyin olumlu tarafından bakan Ahmet geri gelmişti. Koşarak hastaneye geri döndü. Hala bir haber yoktu. Kayınvalidesi ve kayınpederinin yanına oturdu.  Saime Hanım elinde tespihi dudakları kıpır kıpır dua ediyordu. Cemal Bey kafasını ellerinin arasına almış hüzünlü bir bakışla etrafı seyrediyordu. Gelen giden hastalar, kendileri gibi doğum yapan yakınlarını bekleyenler… Herkes bir telaş bir koşuşturma halinde akıp gidiyordu çevrelerinden. Onlar ise omuz omuza vermiş içeride canını dişine takıp çocuğunu dünyaya getirmeye çalışan Nihal’i bekliyorlardı.

            Ahmet ve ailesi Nihal’den haber beklerken hemşire kucağında bebekle kapıda belirdi. Heyecanla birbirlerine baktılar. Ama gelen bebek onların değildi. Kapıda bekleyen babası ve ailesine kavuşmuştu yeni gelen bebek. Aileyi tebrik ettikten sonra Ahmet başını önüne eğip beklemeye devam etti içinden de sürekli dua ediyordu. Sanki hastane sessizliğe bürünmüş hayat akıyordu fakat onlar olduğu yerde donmuş gibiydiler. Ahmet bu durumdayken Yunus Emre’nin:

“Sular hep aktı geçti,

Kurudu vakti geçti,

Nice han nice sultan,

Tahtı bıraktı geçti,

Dünya bir penceredir,

Her gelen baktı geçti”

dizelerini hatırladı. O zamanlar anlamına derinlemesine inmeden okuduğu bu şiirlerin şimdi nasıl da hayatının bu anlarına ana fikir olduğunu düşündü. Oturmuş akıp giden hayata bir pencereden bakıyordu. Nihal de bebeği de sağlıkla çıkacaktı bu doğumhaneden inanıyordu buna tüm kalbiyle.

            Ahmet düşüncelere dalmışken açılır kapanır otomatik kapı bir hışırtıyla açıldı. Kucağında yeşil ameliyat bezine sarılmış bebekle hemşire gülümseyerek onlara bakıyordu. Hepsi heyecanla ayağa kalktılar. Evet gelen bebek onun bebeğiydi. Hemen hemşirenin yanına geldiler. Ahmet hemşirenin “Gözünüz aydın bir kızınız oldu.” cümlesini hayal meyal duyar gibi oldu.” Kızım! Dedi.” Bir kızım oldu. İnanamıyordu ama bebeği kucağına alamadan Nihal’i sordu. Nihal de iyiydi. Doğum zor geçtiği için yorgundu birazdan odaya alınacağını öğrendi. Bebeğini kucağına aldı. Sevinçten ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyordu. Pamuk gibi yüzü henüz açılmamış gözleriyle kızı kucağındaydı. Resmen hayatının mucizesi gerçekleşmişti. Baba olmuştu. Kendisi gibi okuyan, öğrenen, sorgulayan bir insan olmasını istediği kızına Bilge ismini vermeye karar verdi.

 Bebeğin kan grubu pozitifti anne ise negatif. Bu yüzden bebeği tedavisi için hemşire götürdü. Olsun dedi Ahmet herkes sağlıklı ya. Nihal’in annesine sarılıp ağlamaya başladı. Artık tamamlanmışlardı. Kızlarıyla birlikte tam bir aile olacaklardı.

            Bu doğum sürecinde Ahmet kendiyle ve düşünceleriyle hesaplaşmıştı. Bugüne kadar önemsemediği durumların aslında hayatta ne kadar önemli olduğunu fark etti. Her ne kadar acılar ve yoksunlukla büyümüş olsa da hayatın onun karşısına iyi şeyler de çıkarabildiğinin zaten farkındaydı. Hayatta karşısına çıkan en güzel şey Nihal’di ve o da bir süre sonra tekerlekli sandalye ile doğumhanenin kapısında göründü. Ahmet Nihal’i de sağlıklı sıhhatli karşısında görünce sevinçten bayılacaktı. Sadece biraz bitkin görünüyordu. Eşini alnından öptü.

            Ahmet orada olan tüm doktor ve hemşirelere tatlı dağıttı hepsine tek tek emekleri için teşekkür etti. Artık gönlünde hem aile hem de Allah sevgisi vardı. Bu zorlu bekleyişte Yunus Emre şiirleri de ona yoldaş olmuştu belki de. Herkese teşekkür edip yüzlerindeki gülümsemeyi gördüğünde bu mutlu gününü onlarla paylaşırken şu dizelere aklına gelmişti:

Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için
Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim