Bu hikayenin konusu Ahmet ve eşinin, kızlarının doğumu sırasında Ahmet'in hayatını ve anlayışlarını düşünce süzgecinden geçirmesi.
Bu hikayenin konusu Ahmet ve eşinin, kızlarının doğumu sırasında Ahmet'in hayatını ve anlayışlarını düşünce süzgecinden geçirmesi.
MUCİZE
Sıcak
bir mayıs ayının sabahında sancıyla uyandı genç kadın. Eyvah dedi bebeğim
geliyor! Yanında uyuyan eşini kaldırdı heyecanla:
-Ahmet kalk bebek
geliyor!
Telaşla fırladı
Ahmet yataktan. Bebekten önce eşini düşündü çünkü eşi öncesinde bir kalp rahatsızlığı
geçirmişti. “Karım şu çocuğu sağlıkla bir doğursun ikisini de sağ salim bir
göreyim başka bir şey istemiyorum” diye geçirdi aklından. Oysa ne çok
beklemişlerdi bu bebeği ama normal bir doğum risk demekti Nihal için. Kalbini
zorlamaması gerekiyordu. Apar topar hazırlanıp çıktılar evden. O zamanlarda
bebekleri olunca hayat kolaylaşsın diye aldıkları beyaz Murat 124’ e bindiler
güçlükle. Hastaneye yetiştiler yakındı zaten oturdukları semte.
O yıllarda ultrason yoktu ya da
yaygın değildi. Bu yüzden cinsiyetini bilmiyorlardı bebeğin. Ahmet heyecanla
eşini bekledi doğumhanenin kapısında. Beklerken düşünmeye başladı hayatını.
Artık ailesi büyüyordu kız olsun erkek olsun sağlıklı doğsun da… Ahmet babasız
büyümüştü. Aile nedir hiç bilememiş, daha küçücük bebekken kaybetmişti
babasını. Annesiyle oradan oraya savurmuştu hayat onları. Annesi evlenmiş o da üvey
baba istemediğinden anneannesiyle yaşamaya başlamıştı. Yatılı okulu kazanınca
da ayrılmıştı oradan da. Kendine bir yol çizmiş işlerini yoluna sokmuş başka
bir şehirde yaşamaya başlamıştı. Nihal çocukluk arkadaşıydı Ahmet’in. Mahallede
birlikte büyümüşlerdi. Arkadaşlık aşka dönüştü yıllar sonra. Nihal hemşireliği
bitirip Kayseri’ye atandı. Ahmet de öğretmen olmuş Tekirdağ’da yaşıyordu. Ayrılmadılar
hiç, mektuplaştılar sürekli. Nihal’in annesi de severdi Ahmet’i. O yüzden de
destekledi kızını bu evlilik için. Ahmet dürüsttü, ekmeğini kazanıyordu, en
önemlisi kızını seviyordu. Saime hanımın ilk ve tek göz ağrısıydı Nihal, en
kıymetlisiydi. Yıllarca hastane köşelerinde kızını iyileştirebilmek için
seferber olmuştu kocasıyla birlikte. Hatta onu yalnız bırakmamak için hep
birlikte taşınmışlardı kızı Kayseri’ye atanınca. Güvendi Ahmet’e artık kızı
iyileşmişti ve kocası da yanında olacaktı. Gözü arkada kalmadan emanet etti
kızını.
Ahmet
de biliyordu eskiden beri Nihal’in hastalığını. Ama hiç önemli değildi onun
için, seviyordu onlar birbirlerini ne olursa olsun evleneceklerdi. Sevginin
gücüyle iyileştirecekti gözünün nurunu. Evlendiler güzel ve sade bir düğünle.
Babasızlığın buruk acısıyla girdi Ahmet dünya evine. Hep hayalini kurardı baba
olacağı günlerin. Babasızlık zordu evet ama onun annesi de yok gibiydi.
Kadıncağız kendi hayatının savaşında kocası ve çocuklarıyla meşguldü. Hayat
kavgası zordu elbet. Zavallı çocuk kendi kendine orada burada büyümüştü işte
ama artık hayatında her şey yerli yerinde olacaktı. Eşi ve doğacak çocuğuyla
mutlu mesut devam edecekti hayatına.
Heyecanla
adımlıyordu doğumhanenin kapısını. Bir yandan gelecek bebeğini bir yandan da
çığlıklarını duyduğu karısının bir an önce sağlıkla bebeğini kucağına almasını
her şeyden çok istediğini düşündü. Çok inançlı sayılmazdı. Küçük yaşta babasız
kalmış feleğin tokadını erken yemiş bir çocuk olarak büyümüş hayata inancını
belki bu yüzden kaybetmişti. Zor zamanlarda gelirdi aklına Allah’a sığınmak. İşte
şimdi tam zamanıydı. Geçirdi aklından yine bildiği tüm duaları. Çocukken annesi
camiye gönderdiğinde imama kızıp camiye gitmediği için bir pişmanlık dalgası
geçti kalbinden. Annesi de kayınvalidesi de namazında niyazında insanlardı
halbuki. Nihal de inançlı bir kadındı. Orucunu tutar, namazını kılardı. Ahmet
pek uymazdı bu ritüellere, karışmazdı da kimseye. Herkesin aklı kendine derdi.
Fizik
öğretmeniydi Ahmet ona göre her şey bilimin ürünüydü. Öğrencilerini de bu yolda
yetiştirmeyi ilke edinmişti kendine. Arada sırada işin içinden çıkamadığında
gelirdi aklına dini konular. Ailesinden dolayı çok da yabancı değildi zaten.
Belki de işine gelmemişti. Başına ne kadar kötü şey de gelse sevgi doluydu hep
ailesine, öğrencilerine kısaca her şeye karşı hep olumluydu. Kitap okumayı da
çok severdi. Nihal’i beklerken bir gün okul kütüphanesine gördüğü bir kitap ve
bu kitaptaki bir şiir aklına geldi. Yunus Emre’nin ‘Bana Seni Gerek Seni’ adlı ilahinin sözleri
yankılanmaya başladı zihninde. Nereden geldi şimdi aklıma diye düşündü.
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni
Bu dizeler de acaba karısına duyduğu aşktan dolayı
mı gelmişti aklına… “Tabi canım dedi, şu
anda tasavvuf edebiyatına merak salacak değilim herhalde.” Sonra hatırladı
aslında şiirin maddi aşkı değil manevi aşkı, Allah aşkını anlattığını. O
yaşadığı dünyada önce acıyı, kimsesizliği tatmıştı. Sonra güzel duygular aşk ve
sevgi çıkmıştı karşısına. Tamam demişti bu dünyada tadacağım tüm güzel
duyguları tattım baba da olunca her şey tamamlanacak. Oysa bu mümkün müydü
acaba? Yunus Emre bu şiirinde gerçek mutluluğun bu dünyada olmadığını
söylüyordu aslında. Okuduklarıyla düşünceleri arasında kalmıştı yine Ahmet.
Hayır böyle olmamalıydı. O gerçek aşkı bulmuştu birazdan da aşklarının
meyvesini kucağına alacaktı. Yine kafasında gelgitlerle düşüncelere dalmıştı ki
o sırada doktor geldi doğumun biraz zor geçtiğini ve bir de anne ile bebek
arasındaki kan uyuşmazlığından dolayı bir tedavi uygulayacaklarını anlattı
Ahmet’e. Onlar bunu zaten biliyordu ve gerekenler hamilelik sürecinde
yapılmıştı. Ama bebeğin kan grubu bilinmiyordu, bu sefer ki tedavi doğacak
bebek için olacaktı. Beyninden vurulmuşa döndü. Yine isyan etti. Her şeye
olumlu tarafından bakar, kalbinden iyiliği hiç eksik etmezdi. Neden yine hayat
karşısına baş edemeyeceği durumlar çıkarıyordu. Bunları hak edecek ne yapmıştı.
İşte o zaman sürekli bunu sorgulamak yerine olaya yine iyi tarafından bakmayı
denedi. O dizeler aklına boşuna gelmemişti. Bu bir işaretti.
Ahmet için o anda her şeyden çok karısı ve çocuğu
önemliydi. Doktorlara güvenmiş, yapacak bir şeyi olmadan beklemeye başladı. Tam
o sırada hastanenin kapısından kayınvalidesi ve kayınpederi girdiler. Doğum
geçekleşmeden yetişmişlerdi. Çok sevindi Ahmet. Çünkü Nihal’in bu süreçte
annesine ihtiyacı olacaktı. Saime Hanım ve Cemal Bey nur yüzlü diye tabir
edilen insanların vücut bulmuş hali gibiydiler. İnsan onlara bakınca bir sıcaklık hissederdi.
Ahmet onları görünce biraz rahatlamıştı. Yalnız ve çaresiz o kapıda beklemek
gerçekten çok zordu. Kayınvalidesi ve kayınpederine olan biteni anlattı. Saime
Hanım çok üzüldü bu duruma.
-Olsun oğlum, dedi. Üzülme benim kızım ne zorluklar
atlattı elbet bunu da atlatacak. Sen kalbini ferah tut. Dualarını eksik etme.
Bir az önce düşündüklerini hatırladı Ahmet. Yunus
Emre’nin ilahisini, bugüne kadar yaşadıklarını, iyi günlerini, kötü günlerini…
Tam o sırada öğlen ezanı okundu. Sabah gelmişlerdi hastaneye öğlen olmuştu ve
hala bebek gelmemişti. İçini bir sıkıntı kapladı. Hastanenin bahçesinde biraz
hava alayım diye düşündü.
Hastane bahçesine çıktığında caminin ne kadar
yakında olduğunu gördü. Ezan sesinin neden bu kadar yakından geldiğini anladı. Ahmet
bir şey gördüğünde ve duyduğunda bunun ilk ne zaman olduğunu veya ilk kimin
yaptığını düşünmeden edemezdi. Genel kültür konusunda donanımlı olmak için
çabalardı hep. O zamanlar internet yoktu. Bilgiye ulaşmanın yolu kitaplardan
geçerdi. Eline geçen her şeyi okurdu. Sadece branşı olan fizikle değil her
türlü bilim dalıyla ilgili okumalar yapmayı severdi. Eşinin hamileliği boyunca
eline geçen hamilelikle ilgili tüm kitapları okumuştu. Hatta hemşire olan
eşinden bile gebelik konusunda daha çok şey bildiğini iddia edip onu kızdırmayı
başarırdı. Sonra da üzülüp gönünü almak için uğraşırdı. Ne güzel bir evliliği
vardı onunla geçirdiği her an ne kadar kıymetliydi. Ya onu kaybedersem diye buz
gibi bir düşünce geçti aklından. Onu sevdiğimi söylemiş miydim, onun kalbini
kırdım mı acaba diye düşündü. Bir çıksınlar şu doğum savaşından sağ salim… dedi
ve öylece kala kaldı. Çok korktu. Kaybetme korkusuydu bu. Bu arada ezan devam
ediyordu.
Camiye doğru ağır adımlarla yürüdü Ahmet. İlk ezanı
kimin okuduğunu düşünürken buldu kendini. Bunu da okumuştu elbet Müslümanlığın
tarihiyle ilgili kitaplarda. İslam
tarihinde ilk ezanı Hz.
Muhammed'in daha sonrasında azat ettiği kölesi Bilal-i Habeşi okumuştu. Bunu
biliyordu. Nasıl bir yüzü vardı acaba Bilal-i Habeşinin? Neden şimdi bu aklıma
geldi diye düşündü. Ezan hala devam ediyordu. Müezzin nasıl da güzel makamıyla
okuyordu. Daha önce hiç böyle can kulağıyla ezan dinlememiş olduğunu fark etti.
Ezan, Allah’ın birliğini ve Hz. Peygamber’in hak bir elçi olduğunu bildiren,
mü’mini ibadete ve bunun neticesinde kurtuluşa davet eden, sadece ve sadece
insan sesiyle icra edilen, İslam’ın sembollerinden biriydi. Bunu da okumuştu
elbet bir yerlerde. Peki ezan neden bu kadar uzun sürmüştü. Aslında uzun
sürmemişti kendi içi dünyasıyla baş başa olan Ahmet zaman kavramını yitirmişti
belki de…
Camin kapısından girdi ayakkabılarını çıkarıp
dolaba koydu. Sanki bunları bilinçsizce yapıyor gibiydi. Bir güç onu oraya
yönlendirmişti. O kapıdan girince anladı ki dua etmekten başka bir şansı yoktu.
Ne kadar dini konularla ilgisi olmasa da küçükken annesi ve anneannesinden
aldığı eğitim ve okuduğu kitaplardan dolayı bu konuyla da ilgili bir çok bilgiye
sahipti. Öğlen namazını imama uyarak kıldı ve eşinin ve çocuğunun doğumdan bir
an önce sağ salim çıkması için tüm kalbiyle dua etti. Camiden çıktığında
kendini hafiflemiş hissetti. Her şeyin olumlu tarafından bakan Ahmet geri
gelmişti. Koşarak hastaneye geri döndü. Hala bir haber yoktu. Kayınvalidesi ve
kayınpederinin yanına oturdu. Saime
Hanım elinde tespihi dudakları kıpır kıpır dua ediyordu. Cemal Bey kafasını
ellerinin arasına almış hüzünlü bir bakışla etrafı seyrediyordu. Gelen giden
hastalar, kendileri gibi doğum yapan yakınlarını bekleyenler… Herkes bir telaş
bir koşuşturma halinde akıp gidiyordu çevrelerinden. Onlar ise omuz omuza
vermiş içeride canını dişine takıp çocuğunu dünyaya getirmeye çalışan Nihal’i
bekliyorlardı.
Ahmet ve ailesi
Nihal’den haber beklerken hemşire kucağında bebekle kapıda belirdi. Heyecanla
birbirlerine baktılar. Ama gelen bebek onların değildi. Kapıda bekleyen babası
ve ailesine kavuşmuştu yeni gelen bebek. Aileyi tebrik ettikten sonra Ahmet
başını önüne eğip beklemeye devam etti içinden de sürekli dua ediyordu. Sanki
hastane sessizliğe bürünmüş hayat akıyordu fakat onlar olduğu yerde donmuş
gibiydiler. Ahmet bu durumdayken Yunus Emre’nin:
“Sular hep aktı geçti,
Kurudu vakti geçti,
Nice han nice sultan,
Tahtı bıraktı geçti,
Dünya bir penceredir,
Her gelen baktı geçti”
dizelerini hatırladı. O zamanlar anlamına
derinlemesine inmeden okuduğu bu şiirlerin şimdi nasıl da hayatının bu anlarına
ana fikir olduğunu düşündü. Oturmuş akıp giden hayata bir pencereden bakıyordu.
Nihal de bebeği de sağlıkla çıkacaktı bu doğumhaneden inanıyordu buna tüm
kalbiyle.
Ahmet
düşüncelere dalmışken açılır kapanır otomatik kapı bir hışırtıyla açıldı.
Kucağında yeşil ameliyat bezine sarılmış bebekle hemşire gülümseyerek onlara
bakıyordu. Hepsi heyecanla ayağa kalktılar. Evet gelen bebek onun bebeğiydi. Hemen
hemşirenin yanına geldiler. Ahmet hemşirenin “Gözünüz aydın bir kızınız oldu.” cümlesini
hayal meyal duyar gibi oldu.” Kızım! Dedi.” Bir kızım oldu. İnanamıyordu ama
bebeği kucağına alamadan Nihal’i sordu. Nihal de iyiydi. Doğum zor geçtiği için
yorgundu birazdan odaya alınacağını öğrendi. Bebeğini kucağına aldı. Sevinçten
ne diyeceğini ne yapacağını bilemiyordu. Pamuk gibi yüzü henüz açılmamış
gözleriyle kızı kucağındaydı. Resmen hayatının mucizesi gerçekleşmişti. Baba
olmuştu. Kendisi gibi okuyan, öğrenen, sorgulayan bir insan olmasını istediği
kızına Bilge ismini vermeye karar verdi.
Bebeğin kan grubu pozitifti anne ise negatif.
Bu yüzden bebeği tedavisi için hemşire götürdü. Olsun dedi Ahmet herkes
sağlıklı ya. Nihal’in annesine sarılıp ağlamaya başladı. Artık
tamamlanmışlardı. Kızlarıyla birlikte tam bir aile olacaklardı.
Bu
doğum sürecinde Ahmet kendiyle ve düşünceleriyle hesaplaşmıştı. Bugüne kadar
önemsemediği durumların aslında hayatta ne kadar önemli olduğunu fark etti. Her
ne kadar acılar ve yoksunlukla büyümüş olsa da hayatın onun karşısına iyi
şeyler de çıkarabildiğinin zaten farkındaydı. Hayatta karşısına çıkan en güzel
şey Nihal’di ve o da bir süre sonra tekerlekli sandalye ile doğumhanenin
kapısında göründü. Ahmet Nihal’i de sağlıklı sıhhatli karşısında görünce
sevinçten bayılacaktı. Sadece biraz bitkin görünüyordu. Eşini alnından öptü.
Ahmet
orada olan tüm doktor ve hemşirelere tatlı dağıttı hepsine tek tek emekleri
için teşekkür etti. Artık gönlünde hem aile hem de Allah sevgisi vardı. Bu
zorlu bekleyişte Yunus Emre şiirleri de ona yoldaş olmuştu belki de. Herkese
teşekkür edip yüzlerindeki gülümsemeyi gördüğünde bu mutlu gününü onlarla
paylaşırken şu dizelere aklına gelmişti:
Ben gelmedim
dava için, benim işim sevi için
Dost'un evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim