ÇOBAN ARTUK VE KİMSESİZ ADAM

  • Yazar: umuttkgn

  • Rumuz: micka

  • Okulu: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi

  • E-mail: umutakgn844@gmail.com

Konu

Köydeki varlıklı insanların hayvanlarına çobanlık yaparak geçimini sürdüren Çoban Artuk'un yolda bulduğu kimsesiz bir adam ile yaşadıklarını konu alan bir öyküdür. 

Tab Article

<!--[if !mso]-->

<!--[endif]-->

 

<!--[if !mso]-->
    Vaktiyle, daha çok varlıklı insanların yaşadığı, bol bereketli toprakların bulunduğu, her mevsiminin ayrı güzellikte yaşandığı, Anadolu’nun en güzel şehirlerinden birine bağlı küçük bir köyde, karısı ve çocuklarıyla derme çatma bir evde yaşayan ve varlıklı insanların hayvanlarına çobanlık yaparak hayatını sürdüren bir adam yaşardı. Derme çatma küçücük evi ve ailesinden başka bir varlığı yoktu. Çobanlıktan kazandığı akçeler dört boğaza zar zor yetiyordu. Mal pahalıydı fakat mal sahibi kimselerin işlerini yapmak ucuzdu. Kazandığı akçelerin arta kalanlarını karısı kendi topraklarını sürecekleri günün hayalini kurup köşeye atıyordu. Çoban da karısını mutlu etmek için var gücüyle çalışıyordu. Çobanın tek isteği yaradan katında hayırlı bir kul olmak ve ailesine helâl ekmek yedirmekti.

    Günün birinde Çoban Artuk yine hayvanları yemleyip ahırlarına yerleştirdikten sonra kazandığı birkaç akçeyi alıp sahibine teşekkür etti. Yıllardır giydiği koyun yününden yapılmış kepeneğini sırtına geçirdi. Hava çok soğuk olduğundan hayvanlar çiftlik ambarındaki samanlar ile besleniyordu ve bu işi çoğunlukla çiftlikteki hizmetliler yapıyordu. Bu yüzden Çoban Artuk yaz aylarında olduğu gibi bol para geçmediğinden kazanamıyordu. Böyle zamanlarda şükretmekten başka bir şey yapmıyordu. Aldığı akçeleri kesesine koyup çiftliğin çıkış kapısına doğru ilerledi. 

     Çiftlikten çıktı ve evine -karısı ve çocuklarının yanına- gitmek için yola koyuldu. Her akşam kazandığı akçelerin bir kısmı ile ekmek bir kısmı ile de eğer evde kalmamış ise buğday alıp pişirmesi için karısı Çolpan’a getirirdi. Elinde sopasıyla köyün küçük bakkalına doğru yürümeye başladı. Güneş henüz batmıştı. Karşı dağların üzerinde al al tül gibi karlar güneşin battığı yerle birleşmiş üzerinde turuncu turuncu ateş yığınları oluşmuştu. Çoban yolda bir hayli düşündü. Eve giderken kendini bekleyen üç boğaza ne götürebilirdi? “Üç akçeye ekmek beş akçeye de buğday alıp geriye kalan iki akçeyi de karıma veririm o da köşeye atar.” diye geçirdi içinden. Çoban yürümeye devam etti. Hava çok soğuktu, rüzgâr âdeta yanağına hızlı bir tokat atar gibi esiyor; kış ayı hiç olmadığı kadar çetin geçiyordu. Köyün küçük bakkalına doğru ilerlemeye devam etti. Bakkalın önünde yavaşladı, içeriye girdi ve tezgâhtakileri uzun uzun süzdü. Gözü horoz şekerlerine ilişti. Ne olurdu birkaç akçe fazlası olsaydı da şunlardan iki tane alabilseydi. Bir somun ekmek alıp buğdaycının yolunu tuttu.

     Köyde sayılıp sevilen bir insandı Çoban Artuk. Yoldan geçenlere selam verir ve onların hâl hatırlarını sorardı. Yıllardır hak ederek kazandıklarını ailesine yedirirdi.

     Buğdaycıya doğru giderken üzeri karlı ağaçların sarıp sarmaladığı bu toprak yolda, çizmelerine bulaşan çamur âdeta balçık gibiydi. Yavaş yavaş ilerlerken karşıda görünen bembeyaz bir tavşana gözü takıldı. Bir süre onu izlemeye koyuldu ve ağaçların bile titrediği bu soğuk havada tavşanın birazcık karnını doyurabilmek için karı var gücüyle eşelediğini gördü. Tavşanın bu durumuna dayanamadı ve elindeki ekmekten bir parça koparıp önüne doğru uzattı. Tavşan önce irkildi ve sonra bir çırpıda ekmek parçasını kapıp oradan uzaklaştı. Çoban Artuk buğdaycıya yaklaşırken birden karşıdan dergâhtan tanış olduğu ve çok sevdiği dostunu gördü. Birlikte sürekli beyitler okur, gönül sohbetlerine katılırlardı. Dostunun yanına yaklaşıp ona selam verdi. Bir süre konuştuktan sonra dostu yoluna devam etti. Çoban Artuk dostlarına ve bu gönül sohbetlerine âşk ile bağlıydı. Manevî büyüklerine sürekli ziyarette bulunur, onların sözlerini dinler, dergâhlarında sabahlar ve sürekli manevîyatla meşgûl olurdu.

    Çoban Artuk ahşaptan yontulmuş kapıyı ağır ağır açtı. Gıcırdayarak açılan kapıdan içeri girip biraz etrafı süzdükten sonra yeterince buğday alıp evinin yolunu tuttu. Evine ulaştıktan sonra karısı Çolpan ve çocuklarıyla hasret giderdi. Karısı çobanın aldığı buğdayları kazanda kaynatmaya başladı. Buğdaylar kazanda kaynarken Çoban Artuk kitaplarına sarıldı. Arada beyitleri sesli okur, karısı Çolpan da onu dinlerdi. Nihâyet yemek sofraya konuldu ve ailecek yer sofrasının her bir köşesine oturdular. Mis gibi kokan keşkekten bir kaşık alan Çoban Artuk o günkü yorgunluğunu bir anda unuttu. Çolpan’ın ellerinden çıkan bu keşkeği Çoban Artuk ve çocukları çok sevdiğinden, Çolpan da neredeyse haftanın üç günü keşkek yapardı. Yemek sırasında Çoban Artuk karısına ve çocuklarına günlerinin nasıl geçtiğini sorar, çocuklarına nasihatlerde bulunurdu. Ara sıra karısı ileride biriktirdikleri akçeler ile alacakları tarladan söz eder fakat çoban, her şeyin nasipte varsa olacağını, dünya malına çok düşkün olmamak gerektiğini, yaradanın dürüst kullarını elbet ödüllendireceğini öğütlese de karısını çok sevdiği için her zaman elinden geleni yapıp akçe biriktirmesine yardımcı olurdu. Karısı da kocasını anlayışla karşılar, akçeleri boşa harcamaz ve hayalinin bir gün gerçekleşmesi için dua ederdi.

    Günlerden bir gün kuşların bile kafalarını yuvalarından çıkaramadıkları kadar sert bir fırtına çıktı. Çoban işe gidemedi ve o gün eve akçe getiremediği için karısının köşeye ayırdığı birkaç akçeyi alıp sabah erkenden yiyecek bir şeyler almak üzere yola koyuldu.

    Ayak bileklerine kadar gelen kara bastığında çıkan o güzel ses eşliğinde bakkala doğru yol alırken Çoban Artuk, aynı zamanda kitaplardan ezberlediği beyitleri mırıldanarak bakkala yaklaştı. İçeri girip selam verdikten sonra içinden “Dışarısı da amma soğukmuş şu sobada ellerimi ısıtayım gelmişken.” diyerek soğuktan kaskatı olmuş ellerini sobaya doğru uzattı. Bakkalcıya iki ekmek istediğini söyledi ve biraz ısındıktan sonra her zaman buğday aldığı yere gitmek üzere oradan ayrıldı. Buğdaycının olduğu yoldan önceki köşeye yaklaşan çoban dağın yamaçlarından şarıl şarıl akan köy çeşmesinin kenarında yerde hareketsiz yatan bir şey gördü. Hava oldukça kasvetliydi. Yerde yatan şeyin ne olduğunu anlayamadı. Kendi kendine “Köpek mi acaba? Hayır, köpeğe benzemiyor. İnsan desem burada insan ne gezer?”

    Çeşmeye doğru ağır adımlarla yaklaşırken birden irkildi. Bu şey soğuktan kaskatı kesilmiş, üstünde doğru dürüst kıyafet bile olmayan orta yaşlı bir adamdı. Belli ki civar köylerden gelmiş ve soğuğa dayanamayıp burada yığılıp kalmıştı adamcağız. Adamın hâlâ yaşadığını fark eden Çoban Artuk irkilip “Adamcağızı bu hale getiren şey ne olabilir” diye geçirdi içinden.

    Çolpan da Artuk gittikten sonra ev işlerini bitirmeye koyulmuş, çocukları yıkamış, odun kırmış, sofrayı hazırlamış ve kocasının getireceği buğdayı pişirmek üzere ocağı yakmıştı. Suyu üzerine koyup kaynamaya bırakınca, kışı nasıl geçireceklerini planlamak üzere sesli düşüncelere daldı.

“Birkaç gün yetecek kadar akçemiz var çok şükür. Bugün çocuklara ekmek ve buğday veriyim yarına Allah büyüktür yaparız bir şeyler.”

    Bunları söylerken bir yandan da kocasının yolunu gözlüyordu Çolpan. Çocuklar oyuna dalmış, masum masum eğleniyorlarken babalarının geç kaldığından habersizlerdi. Güneş karlı dağların ardından batmaya başladı ve Artuk’un yolunu gözleyen Çolpan “Yüce Rabbim sen Artuk’un başına bir iş gelmesine engel ol, esenlikle gelsin buraya” diye dualar etti. İyiden iyiye endişe sardı içini ve kuruntulara kapıldı.

    O sırada Artuk adamla ilgileniyordu, adamın yanına iyice sokuldu. Hiç de sokakta uzun süre kalmış birine benzemiyordu. Gücü kuvveti yerindeydi ve oldukça sağlıklı görünüyordu. Darbe falan da almamıştı ama herif soğuktan epeyce etkilenmişti. İyice halsiz ve korkmuş gibi görünen adamı önce doğrultup üstündeki kepeneğini doğruca adamın sırtına geçirdi. Çizmelerini de çıkarıp adamın ayağına taktı ve son olarak sarığını da adamın başına -sıcak tutması için- geçirdi. Adamın ellerini ve yüzünü nefesiyle ısıtmaya başlayan Artuk, adamın kendine geldiğini fark edince:

-İşte şimdi kendine geldin. Hadi ayağa kaldırayım seni de yürü biraz. Yoksa ısınamazsın. Diğer eksiklerini de sonra hallederiz. Yürümekte zorlanmıyorsundur herhalde. Dur yardım edeyim kalkmanda.

Adamın konuşmaya hali yoktu. Sadece Artuk’a baktı ve gülümsemekle yetindi.

-Eh öyle olsun bakalım, çok zorlamayacağım seni. Eve gidelim de uzun uzun konuşuruz, kimsin, neyin nesisin, diye.

Yolda yürürlerken kendine gelen adam konuşmaya başladı:

-Allah razı olsun. Onca insan geçti buradan ama kimse beni fark etmedi. Sen olmasan oracıkta can verecektim.

-Allah senden de razı olsun kardeş. Beni sana Allah gönderdi demek, vardır bunda da bir hikmet. Ee anlat bakalım nerelisin, uzak diyarlardan gelmiş olmalısın.

-Buralardan değilim.

-Buralı olsan elbet tanırdım seni. Hangi rüzgâr attı seni buralara? Bu soğukta burada ne işin ola?

-Bunu sana anlatamam. Zamanla neden olacağını öğreneceksin.

    Bunun üzerine Artuk karısı Çolpanı düşünmeye başladı. Hava kararmak üzereydi. Güneşin nasıl battığını anlayamamıştı. “Kim bilir beni ne kadar düşünmüştür. Yemek için de epey beklettim onları. Çolpan bu adamı görünce ne der? Çok sevinmeyecek bu duruma ama sabır etmemiz gerecek. Allah’ım sen hayır eyle.” diye iç geçirdi.

    Ve nihayet hava tamamen kararmadan karlı yolları aşıp Artuk ile yabancı evin eşiğine doğru geldiler. Artuk kapıyı çaldı ve kapıyı Çolpan açtı.

-Ah! Beyim neredeydin? Merakta kaldık çocuklarla. Allah’a şükürler olsun döndün.

-Geldim Çolpan’ım bize bir nasip getirdim. Allah’ın sevgili kullarıymışız da böyle yardıma ihtiyacı olan birini benim karşıma çıkardı. Karşılığını da verir elbet.

-Ama bey bizim bu evde kendimize yatacak yerimiz, yiyecek ekmeğimiz yok. Bu eri nerede yatırır, nasıl doyururuz?

-Sen tasa etmeyesin Çolpan hatun. Allah verir rızkımızı. Sen tevekkülden beri kılma kendini. Duaya sığın.

     Çolpan bu durumdan pek hoşlanmamıştı. Zaten kıt kanaat geçiniyorlardı bir de bu adam çıkmıştı başlarına. Ama yine de kocasının söylediklerini düşünüp içine su serpiyordu. “Yaradan imtihan ediyor elbet verir mükâfatını hem sabır olmadan rahmet olmaz” diye söyleniyordu içinden.

     Çoban ve yabancı içeri girdiler ve yabancının fırtınada ıslanan kıyafetlerini çıkarıp temiz olanları giydirdikten sonra yemeğe oturdular. Çolpan’ın hazırladığı sıcak yemekleri yiyen yabancı iyice kendine geldi ve tekrar çoban Artuk’un onu orda bırakmadığı için minnetlerini sunmaya başladı. Yemeklerini yedikten sonra karısına teşekkür eden çoban Artuk yabancıyı da yanına alıp onunla sohbet etmeye başladı. Çocuklar da sofrayı kaldırmaya annelerine yardım etmeye koyuldular. Çolpan çayı demledi ve o esnada yerdeki minderlerde bağdaş kurmuş, sohbet eden sevgili eşine ve o da onun karşısında dizlerini kırıp oturan misafire tahtadan yapılmış oldukça eski olan bardaklara çay doldurup ikram etti. Artuk temiz kıyafetlerini yabancıya vermiş, kendisi de eski yamalı kıyafetlerini giymişti. Yabancı bu duruma çok şaşırmıştı ama şaşkınlığını şimdilik gizli tuttu. Dışarıda lapa lapa yağan kar adeta yere konuyor, rüzgârın çıkardığı ıslık sesi bulutların ninnisi gibi kulaklarda yankılanıyordu. Sobada yanan odunların çatırtısı üşüyen bedenler kadar etrafında duranların içini de ısıtıyordu. Yabancıya:

-Söyle bakalım adın nedir ey yabancı? dedi Çoban Artuk. Yabancı da:

-Adım Sancar’dır. dedi.

-Hangi rüzgâr attı seni buraya?

-Çalışmak için geldim bu köye.

-Bu soğukta iş bulman zor olur ama buralarda. Değer miydi canını riske atmaya?

-Kimsem yok benim. Diğer köylerde iş bulamadım buralara geldim.

-Peki, o halde kışı geçirene kadar bizimle kalırsın. Ben geçimimi kış aylarında çiftlikteki hayvanlara bakarak yaparım. Sen de bana yardım edersin. En azından karnın doyar.

-Siz zaten yaptınız yapacağınızı. Ben size daha fazla yük olamam. Yarın erkenden yoluma devam eder bulurum bir iş kendime.

-Öyle söz olur mu Sancar? Bir yere gitmek yok! Hem yine emeğinin karşılığını alacaksın. Benim de belim ağrıyordu son zamanlar. Sen ise gücü kuvveti yerinde birine benziyorsun. Yardımın işime yarar. Şimdilik benim misafirimsin, ben yarın çiftlik ağasına durumu anlatır seni de yanıma almak için ikna ederim.

    Bunun üzerine daha fazla söz söylemedi Sancar ve Çoban Artuk’un teklifini kabul etti. Uzun bir süre daha sohbetleri devam etti Çoban Artuk ve Sancar’ın. Artuk kendisinin gönül sohbetleri ile ne kadar ilgilendiğini, bunu aşk ile yaptığını, büyüklerinin izinden gitmek istediğini ve sürekli dergâhlara gittiğini anlattı. Sancar da onu can kulağıyla dinleyip, onun yazmış olduğu şiirleri okuyor ve hayretle bakıyordu. Aslında çoban çok güzel beyitler yazıyor ancak bunu dışarıya pek yansıtmıyordu.

   Gece bir hayli geç olmaya başladı. Koyun yağından yapılan mum odayı loş bir ışıkla aydınlatıyor, dışarıdan sanki bir kandil gibi evi parlatıyordu. Çoban Artuk ve karısı yatakları hazırladı. Misafir olan Sancar’a en yumuşak ve yüksek yatağı verdiler. Sancar bu sefer dayanamayıp:

-Neden yolda bulduğun çıplak bir adamın canını kurtardığın yetmezmiş gibi bir de kendinizden sakındığınız şeyleri bana lâyık görüyorsunuz? Bunun üzerine Artuk:

-Sen bizim misafirimizsin. Biz misafirlerimize hoşgörülü olmayı onlara borç biliriz. Bizim izinden gittiğimiz büyüklerimiz böyle buyurur. Sen dinlenmene bak. Bizi düşünme kardeş.

    Bunun üzerine şaşkın ve utangaç olan Sancar yatağına girer ve uyumaya başlar. Çocukları da yatağına yerleştiren Artuk, mumu söndürüp karısı Çolpan ile evin küçük odasındaki yataklarına giderler.

    Nihayet sabah olmuştu. Kar yağışı yerini yazdan kalma bir güne bırakmış, tepelerin ardından karlı toprakları altın gibi parlatarak yükselen güneş, adeta kuşları selamlayarak yükseliyordu. Horozlar o gün hiç olmadığı kadar yüksek sesle ötüyor, bülbüller şarkı söylüyor ve erkenden uyanan çocukların kartopu oynarken çıkardığı sesler etrafı şenlendiriyordu.

    Kahvaltılarını yapan Çoban Artuk ile Sancar çiftliğe doğru yola koyulmak üzere dışarı çıktılar. Etrafta yürüyen insanlar köyde daha önce hiç görmedikleri yabancıyı süzüyor. Ona meraklı gözlerle bakıyorlardı. Çobanın ne kadar fakir olduğunu düşünüp, üstüne üstlük yabancıları mı evinde misafir ediyor düşünceleri yüzlerinden okunuyordu. En sonunda bir köylü dayanamayıp Çoban Artuk’a:

-Bre saf çoban! Bu adam da neyin nesidir söyle bakalım.

-Misafirimdir ey dostum.

-Bu adamı hiç görmedim buralarda. Bu soğukta ne misafiri?

-Uzak diyarlardan gelmiştir. Ben misafir edeceğim bir süre.

-Bre saf çoban, senin evinde sana yetecek kadar buğday yokken yaptığın iş midir? Bırak sen kendi derdine düş. Boş ver milletin derdini. Kendini doyurmana bak.

-Rızkı veren yaradan değil midir ey dostum. Elbet aç bırakmaz bizi.

Bunun üzerine Sancar dayanamaz ve:

-Sizin malınız mülkünüz var da ne faydasını görüyorsunuz. Ne sadaka verirsiniz ne de zekâtınızı. Ben soğuktan tir tir titrerken biriniz bile gelip bakmadınız halime. Ben çalışır öderim borcumu.

Artuk, Sancarın sözünü kesip:

-Sancar’ın kusuruna bakma ey dostum. Evimde bana da misafirime de yetecek kadar rızkımız var çok şükür. Hadi sen selametle yoluna git.

    Bu olay karşısında köylü yoluna devam eder ve Artuk’un ağzından kendisinin yazmış olduğu şu beyitler dökülür.

   Ben bir göl idim deryalar dünyasında

   Meğer derya içilmez imiş, mazlum havzasında

    Sancar bu beyiti duyduktan sonra içinden, bu köydekilerin zenginliğinin aslında hiçbir faydası olmadığını, mazluma ve muhtaçlara yardım etmedikten sonra malın da mülkün de içilemeyen deniz suyu olduğunu anlar ve çok etkilenir. Artuk ile Sancar çiftliğe giderler ve çiftlik ağası Sancar’ın çalışmasını kabul eder.

    Günler birbirini kovalarken hava iyice ısınmaya başlar ve karlar tepelerin ardından eriyen kar suları, donmuş nehrin çözülmesi ile birlikte adeta şarıl şarıl ormana doğru akar. Nihayet bahar gelmiştir ve köy yolları açılmıştır. Sancar da artık her gün çiftliğe gidip Artuk gibi işlerini layığıyla yerine getirir, dürüstçe ve özveri ile çalışır ve çiftlik sahibinin en sevdiği çalışanı olmuştur. Bir gün herkes dinlenirken çoban Artuk’un çalıştığını gören Sancar dayanamaz ve Artuk’a

-Herkes işi bıraktı sen de bırak hadi.

-Olmaz. Bu samanları yemliklere koymadan bırakamam yoksa aç kalır koyunlar.

-Çiftlik ağası güneş batınca bırakmamızı söylemişti.

-Çiftlik ağası benim ne kadar dürüst çalıştığımı bilir. Hadi sen dinlenmene bak birazdan bitirir gelirim yanınıza.

    Sancar, Artuk’a hayranlıkla bakıp yanından uzaklaştı. Artuk ile tanıştığı günden beri hiç onun kadar iyi birisini görmemişti hayatında. Neredeyse hiç kimse ile tartışmaya girmez, işini layığıyla yapar hatta o kadar adaletli ve güvenilirdir ki çiftlik ağası ona dağıtması için işçilerin akçelerini bile teslim ederdi. Onun gönül sohbetlerine bağlılığı sayesinde kendisi de şiirler okur, onunla birlikte dergâhlara gider ve sürekli kitaplar okurdu. Ama hâlâ Artuk’a kendisi hakkında söylemediği birçok sırrı vardı.

    Günlerden bir bahar sabahı kuşların cıvıltısı ve akan nehrin haykıran sesi etrafta yankılanırken Çoban Artuk ve Sancar her zamanki gibi tekrar çiftliğe gitmek üzere hazırlanmaya başladılar. Sancar her zamankinden farklı olarak biraz daha sakin, Artuk ise kepeneğininin delinmiş yerini telaşla dikiyordu. Birden cıvıldayan kuşların yerini yeri göğü titreten bir bölük askerin atlarının toynak sesleri aldı. En önde giden atlının elinde kırmızı bir sancak, onun yanında iki metre boyunda iri yarı bir atlı ve arkalarında da on-on beş kadar atlının köye yaklaştığını duydular. Çolpan evin penceresinden atlıların kendi evlerine doğru geldiğini görünce çığlık atarak durumu kocası Artuk’a söyledi. Artuk “Telaş etmeyesin hatun, kimseye zararımız yok gelsinler bakalım dertleri neymiş anlarız” diye karısını yatıştırdı. Ve nihayet kapıyı çalan atlıya kapıyı açtı:

-Hayrola beyim, bir şey mi oldu?

-Bir şey olmadı biz buraya padişahın fermanı ile geldik.

-Allah! Gelin içeri buyur edin. Size çorbamızdan ikram edelim. Diyerek atlıyı içeri buyurdu.

    Atlı Sancar’ı görür görmez saygıyla selamladı ve Sancar da onu selamladı. Artuk ve Çolpan hayretler içerisinde durumu anlamaya çalışıyordu. Ne oluyor diye şaşkınlıkla Sancar’ın yüzüne bakıp “Sen de kimsin ey yabancı! Anlat şimdi kim olduğunu” diye sorunca yabancı başladı anlatmaya:

-Ben bu ülkenin padişahıyım. Halkın içine karışmak, kim iyi kim kötü kendim yaşayarak görmek istedim. Şimdi anladım ki insanlık iyiden iyiye bozuluyor. Sizin gibi insanlar olmasa ne bu ülke ne de bu insanlık ayakta kalırmış onu fark ettim. Nice zenginler geçti gitti yanımdan biri bile bakmadı yüzüme. Ancak senin gibi fakir birinin geleceğini hiç düşünmemiştim. Meğersem cebi değil gönlü zengin olmak gerekirmiş her şeyden önce.

 Duygulanmıştı padişah. Kıt kanaat geçindiği halde evini ona açan çobana dönüp:

-Kendin yamalı kıyafetler giyip bana en güzellerini verdin. Ocakta pişen yemeğin büyük kısmını misafirine verip kendin kalanla doymaya çalıştın. Dostların seninle alay etmesine rağmen onlara dönüp kötü söz bile söylemedin. Çalıştığın çiftlikte az akçe almana rağmen bir kere bile şikâyet edip işinden taviz vermedin. Günlerdir yanındayım bir kere yalan söylediğini duymadım. Ekmeğini, giysini, evini benimle paylaştın. Nedir seni bu insanlardan ayıran özellik söyle ey Artuk!

    Bunun üzerine Çoban Artuk “Her daim iyilik yapmanın önemli olduğunu, dünya malına aldanmayıp yaradan gözünde insanlara faydalı kul olmasının gerektiğini, örnek aldığı büyüklerinin izinden gittiğini söyledi ve yine ağzından şu dörtlüğü savurdu:

  İnsanı mutlu et ki mutlu olasın

  Kötülük eden iyilik bulmuş mudur ki sana iyilik gelesin

  Sabrederim sabır, kötü iyi olasın

  Bırakalım da Mevla gözünde iyi olasın

    Padişah Artuk’u sarayında istiyordu ve ona sarayındaki medresede hocalık yapması için teklifte bulundu. Artuk hayatından memnundu padişahın teklifini özür dileyerek reddetse de padişah onun buralarda çobanlık yaparak geçinmesine razı gelmedi. Artuk’a dönüp:

-Ey bilge çoban. Sen eğer sarayıma gelmezsen senden fayda sağlayacak olan öğrencilere haksızlık etmiş olursun. Yarından tezi yok seni ve aileni buradan aldıracağım. Çocukların da okuyup insanlara faydalı olmak için çabalayacak. İtiraz istemem.

    Artuk da padişahın söylediklerini haklı bulup, okuyup istifade ettiği bu bilgileri başkalarıyla paylaşmak ve öğrencileri faydalı insanlar olmak üzere yetiştirmek amacıyla onun bu teklifini kabul etti. Ve böylece hayatlarının sonuna kadar rahat bir şekilde yaşadılar.