Köydeki varlıklı insanların hayvanlarına çobanlık yaparak geçimini sürdüren Çoban Artuk'un yolda bulduğu kimsesiz bir adam ile yaşadıklarını konu alan bir öyküdür.
Köydeki varlıklı insanların hayvanlarına çobanlık yaparak geçimini sürdüren Çoban Artuk'un yolda bulduğu kimsesiz bir adam ile yaşadıklarını konu alan bir öyküdür.
<!--[endif]-->
|
Günün birinde Çoban Artuk yine hayvanları
yemleyip ahırlarına yerleştirdikten sonra kazandığı birkaç akçeyi alıp sahibine
teşekkür etti. Yıllardır giydiği koyun yününden yapılmış kepeneğini sırtına
geçirdi. Hava çok soğuk olduğundan hayvanlar çiftlik ambarındaki samanlar ile
besleniyordu ve bu işi çoğunlukla çiftlikteki hizmetliler yapıyordu. Bu yüzden
Çoban Artuk yaz aylarında olduğu gibi bol para geçmediğinden kazanamıyordu.
Böyle zamanlarda şükretmekten başka bir şey yapmıyordu. Aldığı akçeleri
kesesine koyup çiftliğin çıkış kapısına doğru ilerledi.
Çiftlikten çıktı ve evine -karısı ve
çocuklarının yanına- gitmek için yola koyuldu. Her akşam kazandığı akçelerin
bir kısmı ile ekmek bir kısmı ile de eğer evde kalmamış ise buğday alıp
pişirmesi için karısı Çolpan’a getirirdi. Elinde sopasıyla köyün küçük
bakkalına doğru yürümeye başladı. Güneş henüz batmıştı. Karşı dağların üzerinde
al al tül gibi karlar güneşin battığı yerle birleşmiş üzerinde turuncu turuncu
ateş yığınları oluşmuştu. Çoban yolda bir hayli düşündü. Eve giderken kendini
bekleyen üç boğaza ne götürebilirdi? “Üç akçeye ekmek beş akçeye de buğday alıp
geriye kalan iki akçeyi de karıma veririm o da köşeye atar.” diye geçirdi
içinden. Çoban yürümeye devam etti. Hava çok soğuktu, rüzgâr âdeta yanağına
hızlı bir tokat atar gibi esiyor; kış ayı hiç olmadığı kadar çetin geçiyordu.
Köyün küçük bakkalına doğru ilerlemeye devam etti. Bakkalın önünde yavaşladı,
içeriye girdi ve tezgâhtakileri uzun uzun süzdü. Gözü horoz şekerlerine ilişti.
Ne olurdu birkaç akçe fazlası olsaydı da şunlardan iki tane alabilseydi. Bir
somun ekmek alıp buğdaycının yolunu tuttu.
Köyde sayılıp sevilen bir insandı Çoban
Artuk. Yoldan geçenlere selam verir ve onların hâl hatırlarını sorardı.
Yıllardır hak ederek kazandıklarını ailesine yedirirdi.
Buğdaycıya doğru giderken üzeri karlı
ağaçların sarıp sarmaladığı bu toprak yolda, çizmelerine bulaşan çamur âdeta
balçık gibiydi. Yavaş yavaş ilerlerken karşıda görünen bembeyaz bir tavşana gözü
takıldı. Bir süre onu izlemeye koyuldu ve ağaçların bile titrediği bu soğuk
havada tavşanın birazcık karnını doyurabilmek için karı var gücüyle eşelediğini
gördü. Tavşanın bu durumuna dayanamadı ve elindeki ekmekten bir parça koparıp
önüne doğru uzattı. Tavşan önce irkildi ve sonra bir çırpıda ekmek parçasını
kapıp oradan uzaklaştı. Çoban Artuk buğdaycıya yaklaşırken birden karşıdan
dergâhtan tanış olduğu ve çok sevdiği dostunu gördü. Birlikte sürekli beyitler
okur, gönül sohbetlerine katılırlardı. Dostunun yanına yaklaşıp ona selam
verdi. Bir süre konuştuktan sonra dostu yoluna devam etti. Çoban Artuk
dostlarına ve bu gönül sohbetlerine âşk ile bağlıydı. Manevî büyüklerine
sürekli ziyarette bulunur, onların sözlerini dinler, dergâhlarında sabahlar ve
sürekli manevîyatla meşgûl olurdu.
Çoban Artuk ahşaptan yontulmuş kapıyı ağır
ağır açtı. Gıcırdayarak açılan kapıdan içeri girip biraz etrafı süzdükten sonra
yeterince buğday alıp evinin yolunu tuttu. Evine ulaştıktan sonra karısı Çolpan
ve çocuklarıyla hasret giderdi. Karısı çobanın aldığı buğdayları kazanda
kaynatmaya başladı. Buğdaylar kazanda kaynarken Çoban Artuk kitaplarına
sarıldı. Arada beyitleri sesli okur, karısı Çolpan da onu dinlerdi. Nihâyet
yemek sofraya konuldu ve ailecek yer sofrasının her bir köşesine oturdular. Mis
gibi kokan keşkekten bir kaşık alan Çoban Artuk o günkü yorgunluğunu bir anda
unuttu. Çolpan’ın ellerinden çıkan bu keşkeği Çoban Artuk ve çocukları çok
sevdiğinden, Çolpan da neredeyse haftanın üç günü keşkek yapardı. Yemek sırasında
Çoban Artuk karısına ve çocuklarına günlerinin nasıl geçtiğini sorar,
çocuklarına nasihatlerde bulunurdu. Ara sıra karısı ileride biriktirdikleri
akçeler ile alacakları tarladan söz eder fakat çoban, her şeyin nasipte varsa
olacağını, dünya malına çok düşkün olmamak gerektiğini, yaradanın dürüst
kullarını elbet ödüllendireceğini öğütlese de karısını çok sevdiği için her
zaman elinden geleni yapıp akçe biriktirmesine yardımcı olurdu. Karısı da
kocasını anlayışla karşılar, akçeleri boşa harcamaz ve hayalinin bir gün
gerçekleşmesi için dua ederdi.
Günlerden bir gün kuşların bile kafalarını
yuvalarından çıkaramadıkları kadar sert bir fırtına çıktı. Çoban işe gidemedi
ve o gün eve akçe getiremediği için karısının köşeye ayırdığı birkaç akçeyi
alıp sabah erkenden yiyecek bir şeyler almak üzere yola koyuldu.
Ayak bileklerine kadar gelen kara bastığında çıkan o güzel ses eşliğinde bakkala doğru yol alırken Çoban Artuk, aynı zamanda kitaplardan ezberlediği beyitleri mırıldanarak bakkala yaklaştı. İçeri girip selam verdikten sonra içinden “Dışarısı da amma soğukmuş şu sobada ellerimi ısıtayım gelmişken.” diyerek soğuktan kaskatı olmuş ellerini sobaya doğru uzattı. Bakkalcıya iki ekmek istediğini söyledi ve biraz ısındıktan sonra her zaman buğday aldığı yere gitmek üzere oradan ayrıldı. Buğdaycının olduğu yoldan önceki köşeye yaklaşan çoban dağın yamaçlarından şarıl şarıl akan köy çeşmesinin kenarında yerde hareketsiz yatan bir şey gördü. Hava oldukça kasvetliydi. Yerde yatan şeyin ne olduğunu anlayamadı. Kendi kendine “Köpek mi acaba? Hayır, köpeğe benzemiyor. İnsan desem burada insan ne gezer?”
Çeşmeye doğru ağır adımlarla yaklaşırken birden irkildi. Bu şey soğuktan kaskatı kesilmiş, üstünde doğru dürüst kıyafet bile olmayan orta yaşlı bir adamdı. Belli ki civar köylerden gelmiş ve soğuğa dayanamayıp burada yığılıp kalmıştı adamcağız. Adamın hâlâ yaşadığını fark eden Çoban Artuk irkilip “Adamcağızı bu hale getiren şey ne olabilir” diye geçirdi içinden.
Çolpan da Artuk gittikten sonra ev işlerini
bitirmeye koyulmuş, çocukları yıkamış, odun kırmış, sofrayı hazırlamış ve
kocasının getireceği buğdayı pişirmek üzere ocağı yakmıştı. Suyu üzerine koyup
kaynamaya bırakınca, kışı nasıl geçireceklerini planlamak üzere sesli
düşüncelere daldı.
“Birkaç gün yetecek kadar
akçemiz var çok şükür. Bugün çocuklara ekmek ve buğday veriyim yarına Allah
büyüktür yaparız bir şeyler.”
Bunları söylerken bir yandan da kocasının
yolunu gözlüyordu Çolpan. Çocuklar oyuna dalmış, masum masum eğleniyorlarken
babalarının geç kaldığından habersizlerdi. Güneş karlı dağların ardından
batmaya başladı ve Artuk’un yolunu gözleyen Çolpan “Yüce Rabbim sen Artuk’un
başına bir iş gelmesine engel ol, esenlikle gelsin buraya” diye dualar etti.
İyiden iyiye endişe sardı içini ve kuruntulara kapıldı.
O sırada Artuk adamla ilgileniyordu, adamın
yanına iyice sokuldu. Hiç de sokakta uzun süre kalmış birine benzemiyordu. Gücü
kuvveti yerindeydi ve oldukça sağlıklı görünüyordu. Darbe falan da almamıştı
ama herif soğuktan epeyce etkilenmişti. İyice halsiz ve korkmuş gibi görünen
adamı önce doğrultup üstündeki kepeneğini doğruca adamın sırtına geçirdi.
Çizmelerini de çıkarıp adamın ayağına taktı ve son olarak sarığını da adamın
başına -sıcak tutması için- geçirdi. Adamın ellerini ve yüzünü nefesiyle
ısıtmaya başlayan Artuk, adamın kendine geldiğini fark edince:
-İşte şimdi kendine
geldin. Hadi ayağa kaldırayım seni de yürü biraz. Yoksa ısınamazsın. Diğer
eksiklerini de sonra hallederiz. Yürümekte zorlanmıyorsundur herhalde. Dur
yardım edeyim kalkmanda.
Adamın konuşmaya hali
yoktu. Sadece Artuk’a baktı ve gülümsemekle yetindi.
-Eh öyle olsun bakalım,
çok zorlamayacağım seni. Eve gidelim de uzun uzun konuşuruz, kimsin, neyin
nesisin, diye.
Yolda yürürlerken kendine
gelen adam konuşmaya başladı:
-Allah razı olsun. Onca
insan geçti buradan ama kimse beni fark etmedi. Sen olmasan oracıkta can
verecektim.
-Allah senden de razı
olsun kardeş. Beni sana Allah gönderdi demek, vardır bunda da bir hikmet. Ee
anlat bakalım nerelisin, uzak diyarlardan gelmiş olmalısın.
-Buralardan değilim.
-Buralı olsan elbet
tanırdım seni. Hangi rüzgâr attı seni buralara? Bu soğukta burada ne işin ola?
-Bunu sana anlatamam.
Zamanla neden olacağını öğreneceksin.
Bunun üzerine Artuk karısı Çolpanı düşünmeye
başladı. Hava kararmak üzereydi. Güneşin nasıl battığını anlayamamıştı. “Kim
bilir beni ne kadar düşünmüştür. Yemek için de epey beklettim onları. Çolpan bu
adamı görünce ne der? Çok sevinmeyecek bu duruma ama sabır etmemiz gerecek.
Allah’ım sen hayır eyle.” diye iç geçirdi.
Ve nihayet hava tamamen kararmadan karlı
yolları aşıp Artuk ile yabancı evin eşiğine doğru geldiler. Artuk kapıyı çaldı
ve kapıyı Çolpan açtı.
-Ah! Beyim neredeydin?
Merakta kaldık çocuklarla. Allah’a şükürler olsun döndün.
-Geldim Çolpan’ım bize
bir nasip getirdim. Allah’ın sevgili kullarıymışız da böyle yardıma ihtiyacı
olan birini benim karşıma çıkardı. Karşılığını da verir elbet.
-Ama bey bizim bu evde
kendimize yatacak yerimiz, yiyecek ekmeğimiz yok. Bu eri nerede yatırır, nasıl
doyururuz?
-Sen tasa etmeyesin
Çolpan hatun. Allah verir rızkımızı. Sen tevekkülden beri kılma kendini. Duaya
sığın.
Çolpan bu durumdan pek hoşlanmamıştı. Zaten
kıt kanaat geçiniyorlardı bir de bu adam çıkmıştı başlarına. Ama yine de
kocasının söylediklerini düşünüp içine su serpiyordu. “Yaradan imtihan ediyor
elbet verir mükâfatını hem sabır olmadan rahmet olmaz” diye söyleniyordu
içinden.
Çoban ve yabancı içeri girdiler ve yabancının fırtınada ıslanan kıyafetlerini çıkarıp temiz olanları giydirdikten sonra yemeğe oturdular. Çolpan’ın hazırladığı sıcak yemekleri yiyen yabancı iyice kendine geldi ve tekrar çoban Artuk’un onu orda bırakmadığı için minnetlerini sunmaya başladı. Yemeklerini yedikten sonra karısına teşekkür eden çoban Artuk yabancıyı da yanına alıp onunla sohbet etmeye başladı. Çocuklar da sofrayı kaldırmaya annelerine yardım etmeye koyuldular. Çolpan çayı demledi ve o esnada yerdeki minderlerde bağdaş kurmuş, sohbet eden sevgili eşine ve o da onun karşısında dizlerini kırıp oturan misafire tahtadan yapılmış oldukça eski olan bardaklara çay doldurup ikram etti. Artuk temiz kıyafetlerini yabancıya vermiş, kendisi de eski yamalı kıyafetlerini giymişti. Yabancı bu duruma çok şaşırmıştı ama şaşkınlığını şimdilik gizli tuttu. Dışarıda lapa lapa yağan kar adeta yere konuyor, rüzgârın çıkardığı ıslık sesi bulutların ninnisi gibi kulaklarda yankılanıyordu. Sobada yanan odunların çatırtısı üşüyen bedenler kadar etrafında duranların içini de ısıtıyordu. Yabancıya:
-Söyle bakalım adın nedir ey yabancı? dedi Çoban Artuk. Yabancı da:
-Adım Sancar’dır. dedi.
-Hangi rüzgâr attı seni
buraya?
-Çalışmak için geldim bu
köye.
-Bu soğukta iş bulman zor
olur ama buralarda. Değer miydi canını riske atmaya?
-Kimsem yok benim. Diğer
köylerde iş bulamadım buralara geldim.
-Peki, o halde kışı
geçirene kadar bizimle kalırsın. Ben geçimimi kış aylarında çiftlikteki
hayvanlara bakarak yaparım. Sen de bana yardım edersin. En azından karnın
doyar.
-Siz zaten yaptınız
yapacağınızı. Ben size daha fazla yük olamam. Yarın erkenden yoluma devam eder
bulurum bir iş kendime.
-Öyle söz olur mu Sancar?
Bir yere gitmek yok! Hem yine emeğinin karşılığını alacaksın. Benim de belim
ağrıyordu son zamanlar. Sen ise gücü kuvveti yerinde birine benziyorsun.
Yardımın işime yarar. Şimdilik benim misafirimsin, ben yarın çiftlik ağasına
durumu anlatır seni de yanıma almak için ikna ederim.
Bunun üzerine daha fazla söz söylemedi
Sancar ve Çoban Artuk’un teklifini kabul etti. Uzun bir süre daha sohbetleri
devam etti Çoban Artuk ve Sancar’ın. Artuk kendisinin gönül sohbetleri ile ne
kadar ilgilendiğini, bunu aşk ile yaptığını, büyüklerinin izinden gitmek
istediğini ve sürekli dergâhlara gittiğini anlattı. Sancar da onu can kulağıyla
dinleyip, onun yazmış olduğu şiirleri okuyor ve hayretle bakıyordu. Aslında
çoban çok güzel beyitler yazıyor ancak bunu dışarıya pek yansıtmıyordu.
Gece bir hayli geç olmaya başladı. Koyun
yağından yapılan mum odayı loş bir ışıkla aydınlatıyor, dışarıdan sanki bir
kandil gibi evi parlatıyordu. Çoban Artuk ve karısı yatakları hazırladı.
Misafir olan Sancar’a en yumuşak ve yüksek yatağı verdiler. Sancar bu sefer
dayanamayıp:
-Neden yolda bulduğun çıplak bir adamın canını kurtardığın yetmezmiş gibi bir de kendinizden sakındığınız şeyleri bana lâyık görüyorsunuz? Bunun üzerine Artuk:
-Sen bizim
misafirimizsin. Biz misafirlerimize hoşgörülü olmayı onlara borç biliriz. Bizim
izinden gittiğimiz büyüklerimiz böyle buyurur. Sen dinlenmene bak. Bizi düşünme
kardeş.
Bunun üzerine şaşkın ve utangaç olan Sancar
yatağına girer ve uyumaya başlar. Çocukları da yatağına yerleştiren Artuk, mumu
söndürüp karısı Çolpan ile evin küçük odasındaki yataklarına giderler.
Nihayet sabah olmuştu. Kar yağışı yerini
yazdan kalma bir güne bırakmış, tepelerin ardından karlı toprakları altın gibi
parlatarak yükselen güneş, adeta kuşları selamlayarak yükseliyordu. Horozlar o
gün hiç olmadığı kadar yüksek sesle ötüyor, bülbüller şarkı söylüyor ve
erkenden uyanan çocukların kartopu oynarken çıkardığı sesler etrafı
şenlendiriyordu.
Kahvaltılarını yapan Çoban Artuk ile Sancar
çiftliğe doğru yola koyulmak üzere dışarı çıktılar. Etrafta yürüyen insanlar
köyde daha önce hiç görmedikleri yabancıyı süzüyor. Ona meraklı gözlerle
bakıyorlardı. Çobanın ne kadar fakir olduğunu düşünüp, üstüne üstlük
yabancıları mı evinde misafir ediyor düşünceleri yüzlerinden okunuyordu. En
sonunda bir köylü dayanamayıp Çoban Artuk’a:
-Bre saf çoban! Bu adam
da neyin nesidir söyle bakalım.
-Misafirimdir ey dostum.
-Bu adamı hiç görmedim
buralarda. Bu soğukta ne misafiri?
-Uzak diyarlardan
gelmiştir. Ben misafir edeceğim bir süre.
-Bre saf çoban, senin
evinde sana yetecek kadar buğday yokken yaptığın iş midir? Bırak sen kendi
derdine düş. Boş ver milletin derdini. Kendini doyurmana bak.
-Rızkı veren yaradan
değil midir ey dostum. Elbet aç bırakmaz bizi.
Bunun üzerine Sancar
dayanamaz ve:
-Sizin malınız mülkünüz
var da ne faydasını görüyorsunuz. Ne sadaka verirsiniz ne de zekâtınızı. Ben
soğuktan tir tir titrerken biriniz bile gelip bakmadınız halime. Ben çalışır
öderim borcumu.
Artuk, Sancarın sözünü
kesip:
-Sancar’ın kusuruna bakma
ey dostum. Evimde bana da misafirime de yetecek kadar rızkımız var çok şükür.
Hadi sen selametle yoluna git.
Bu olay karşısında köylü yoluna devam eder
ve Artuk’un ağzından kendisinin yazmış olduğu şu beyitler dökülür.
Ben
bir göl idim deryalar dünyasında
Meğer derya içilmez imiş, mazlum havzasında
Sancar bu beyiti duyduktan sonra içinden, bu
köydekilerin zenginliğinin aslında hiçbir faydası olmadığını, mazluma ve
muhtaçlara yardım etmedikten sonra malın da mülkün de içilemeyen deniz suyu
olduğunu anlar ve çok etkilenir. Artuk ile Sancar çiftliğe giderler ve çiftlik
ağası Sancar’ın çalışmasını kabul eder.
Günler birbirini kovalarken hava iyice
ısınmaya başlar ve karlar tepelerin ardından eriyen kar suları, donmuş nehrin
çözülmesi ile birlikte adeta şarıl şarıl ormana doğru akar. Nihayet bahar gelmiştir
ve köy yolları açılmıştır. Sancar da artık her gün çiftliğe gidip Artuk gibi işlerini
layığıyla yerine getirir, dürüstçe ve özveri ile çalışır ve çiftlik sahibinin
en sevdiği çalışanı olmuştur. Bir gün herkes dinlenirken çoban Artuk’un
çalıştığını gören Sancar dayanamaz ve Artuk’a
-Herkes işi bıraktı sen
de bırak hadi.
-Olmaz. Bu samanları
yemliklere koymadan bırakamam yoksa aç kalır koyunlar.
-Çiftlik ağası güneş
batınca bırakmamızı söylemişti.
-Çiftlik ağası benim ne
kadar dürüst çalıştığımı bilir. Hadi sen dinlenmene bak birazdan bitirir
gelirim yanınıza.
Sancar, Artuk’a hayranlıkla bakıp yanından
uzaklaştı. Artuk ile tanıştığı günden beri hiç onun kadar iyi birisini
görmemişti hayatında. Neredeyse hiç kimse ile tartışmaya girmez, işini
layığıyla yapar hatta o kadar adaletli ve güvenilirdir ki çiftlik ağası ona
dağıtması için işçilerin akçelerini bile teslim ederdi. Onun gönül sohbetlerine
bağlılığı sayesinde kendisi de şiirler okur, onunla birlikte dergâhlara gider
ve sürekli kitaplar okurdu. Ama hâlâ Artuk’a kendisi hakkında söylemediği
birçok sırrı vardı.
Günlerden bir bahar sabahı kuşların cıvıltısı
ve akan nehrin haykıran sesi etrafta yankılanırken Çoban Artuk ve Sancar her
zamanki gibi tekrar çiftliğe gitmek üzere hazırlanmaya başladılar. Sancar her
zamankinden farklı olarak biraz daha sakin, Artuk ise kepeneğininin delinmiş
yerini telaşla dikiyordu. Birden cıvıldayan kuşların yerini yeri göğü titreten
bir bölük askerin atlarının toynak sesleri aldı. En önde giden atlının elinde
kırmızı bir sancak, onun yanında iki metre boyunda iri yarı bir atlı ve
arkalarında da on-on beş kadar atlının köye yaklaştığını duydular. Çolpan evin
penceresinden atlıların kendi evlerine doğru geldiğini görünce çığlık atarak
durumu kocası Artuk’a söyledi. Artuk “Telaş etmeyesin hatun, kimseye zararımız
yok gelsinler bakalım dertleri neymiş anlarız” diye karısını yatıştırdı. Ve
nihayet kapıyı çalan atlıya kapıyı açtı:
-Hayrola beyim, bir şey
mi oldu?
-Bir şey olmadı biz
buraya padişahın fermanı ile geldik.
-Allah! Gelin içeri buyur
edin. Size çorbamızdan ikram edelim. Diyerek atlıyı içeri buyurdu.
Atlı Sancar’ı görür görmez saygıyla
selamladı ve Sancar da onu selamladı. Artuk ve Çolpan hayretler içerisinde
durumu anlamaya çalışıyordu. Ne oluyor diye şaşkınlıkla Sancar’ın yüzüne bakıp
“Sen de kimsin ey yabancı! Anlat şimdi kim olduğunu” diye sorunca yabancı
başladı anlatmaya:
-Ben bu ülkenin padişahıyım. Halkın içine karışmak, kim iyi kim kötü kendim yaşayarak görmek istedim. Şimdi anladım ki insanlık iyiden iyiye bozuluyor. Sizin gibi insanlar olmasa ne bu ülke ne de bu insanlık ayakta kalırmış onu fark ettim. Nice zenginler geçti gitti yanımdan biri bile bakmadı yüzüme. Ancak senin gibi fakir birinin geleceğini hiç düşünmemiştim. Meğersem cebi değil gönlü zengin olmak gerekirmiş her şeyden önce.
Duygulanmıştı padişah. Kıt kanaat geçindiği halde evini ona açan çobana dönüp:
-Kendin yamalı kıyafetler
giyip bana en güzellerini verdin. Ocakta pişen yemeğin büyük kısmını misafirine
verip kendin kalanla doymaya çalıştın. Dostların seninle alay etmesine rağmen
onlara dönüp kötü söz bile söylemedin. Çalıştığın çiftlikte az akçe almana
rağmen bir kere bile şikâyet edip işinden taviz vermedin. Günlerdir yanındayım
bir kere yalan söylediğini duymadım. Ekmeğini, giysini, evini benimle
paylaştın. Nedir seni bu insanlardan ayıran özellik söyle ey Artuk!
Bunun üzerine Çoban Artuk “Her daim iyilik
yapmanın önemli olduğunu, dünya malına aldanmayıp yaradan gözünde insanlara
faydalı kul olmasının gerektiğini, örnek aldığı büyüklerinin izinden gittiğini
söyledi ve yine ağzından şu dörtlüğü savurdu:
İnsanı
mutlu et ki mutlu olasın
Kötülük eden iyilik bulmuş mudur ki sana iyilik gelesin
Sabrederim sabır, kötü iyi olasın
Bırakalım da Mevla gözünde iyi olasın
Padişah Artuk’u sarayında istiyordu ve ona
sarayındaki medresede hocalık yapması için teklifte bulundu. Artuk hayatından
memnundu padişahın teklifini özür dileyerek reddetse de padişah onun buralarda
çobanlık yaparak geçinmesine razı gelmedi. Artuk’a dönüp:
-Ey bilge çoban. Sen eğer
sarayıma gelmezsen senden fayda sağlayacak olan öğrencilere haksızlık etmiş
olursun. Yarından tezi yok seni ve aileni buradan aldıracağım. Çocukların da
okuyup insanlara faydalı olmak için çabalayacak. İtiraz istemem.
Artuk da padişahın söylediklerini haklı
bulup, okuyup istifade ettiği bu bilgileri başkalarıyla paylaşmak ve
öğrencileri faydalı insanlar olmak üzere yetiştirmek amacıyla onun bu teklifini
kabul etti. Ve böylece hayatlarının sonuna kadar rahat bir şekilde yaşadılar.