Çağın tatminsizlikten boşluğa düşen insanını sebolize eden Yunus’un, yaşadığı manevi buhrandan sığındığı baba ocağında gördüğü güzellikler karşısında iç dünyasına yaptığı yolculuk ve neticesinde ulaştığı iç huzuru konu ediniyor.
Çağın tatminsizlikten boşluğa düşen insanını sebolize eden Yunus’un, yaşadığı manevi buhrandan sığındığı baba ocağında gördüğü güzellikler karşısında iç dünyasına yaptığı yolculuk ve neticesinde ulaştığı iç huzuru konu ediniyor.
Pencereden süzülen
ışığın huzmeleri, anne şefkatiyle yüzünü okşadığında göz kapakları aralandı.
Doğruldu, bakındı… Ters giden ancak iyi hissettiren bir şeyler vardı. Evet,
ters giden, alıştığı rutine ters giden… Yeme içgüdüsünü tatmine varan, günün
her anı, ağız bir değirmen, mide dipsiz kuyu… Yedikçe yediği düzenine ters
giden… Gecenin en derin, en kuytu, en sükûnete muhtaç anını devasa ekranlardan
gösteren ışıklarla, seslerle, efsunlanmış olarak rahat bir koltukta ama
rahatsız bir bedenle; kerameti kendinden menkul uzmanların, spikerlerin,
yorumcuların azalarına taktığı prangalardan güç bela kurtulup, yatağının yolunu
zoraki bulduğu alışkanlığına ters giden… Ve bilmem kaçıncı kez ertelediği, her
hücresine elektrik akımı veriyor gibi hissettiren çalar saatin, güç bela
yataktan çekip çıkardığı uyanmalarına ters giden… Ters neydi hakikatte veya düz…
Kendi gibi rahat uyumuş
rahat uyanmış simaların, sabahına hayır notları iliştirdikleri selamlamalarını
alıp, yayla evinin havadar avlusuna çıktı Yunus. Yeşillik alabildiğine
uzanıyor, tabiatta tüm mevcudat orkestra edasıyla, sabah şarkısının icrasına
koyuluyordu. Yüzünün yanması sabah serinliğinden miydi, yoksa daha iki gün önce
kendi kendine bu dünyada yaşamaya değer bir şey kalmadı, sıcak tebessümler
hikâye sayfalarında, satır aralarına gizlenmiş, her şey nasıl da kasvetli,
dediği için, içindeki kabahat işleyen çocuğun pişmanlığından mıydı?
Burnuna gelen davetkâr
kahvaltı kokusu ve anacığının kahvaltıya çağıran içten sesi aldı onu, tekrar
kasvetle yelken açmaya hazırlanan düşüncelerinden. Nerede o eski yumurtalar,
sütler, ballar, nerede o nimetteki tat koku, diye yakındığı şeyler, lezzetlerini
yeniden kuşanıp önünde hazır ola geçmişlerdi. Yalnız karnı değil, gözü gönlü
doyuyordu. Açık büfede kalan o son yumurtaya saldıran insanlara inat herkes
önündekinden bir diğerine ikram ediyordu. Sofradaki telaş kendini değil
karşındakini doyurmaktı. Babasından duyduğu bir hikâyeyi hatırladı: Bir dergâhta
modern dünyanın standardında kişiler yemeğe çağrılıp ellerine sapları çok uzun
kaşıklar veriliyor ve önlerindeki enfes çorbadan karınlarını doyurmaları
isteniyor. Bunlardan her biri kendi midesinin derdine düştüğünden sofrayı da
kendilerini de batırıp aç olarak sofradan kalkıyor. Ardından gönül ehli zatlar
çağrılıyor. Bunlar zaten kendilerinden ziyade karşısındakileri doyurma
telaşında olduğundan, uzun saplı kaşıkları doldurup karşısındakini besleme başlıyor,
tek lokma ziyan etmeden, mideler yemeğe, kalpler sevgiye doymuş olarak kalkıyorlar.
Buna bir hikâye demekle kendi zamanımızdan uzaklaştırmış, ehemmiyetini azaltmış
olmaz mıyız acaba? Hayır hayır bu, hikâyeden öte bir gerçeklikti ve bu
gerçeklik sevgisizliğin tiryaki, muhabbetin reçetesiydi. Aslında şimdi bu
sofrada olan şey de tam bu gerçeklikti. Demek ki uzun zaman olmuş kahvaltı
yapmayalı, diye geçirdi içinden Yunus.
Yunus’u, kamelyada
çaylar muhabbetle yudumlanırken, babasının sesi ayırdı, içinin, saklandığı
kuytu yerlerinden, “anlat bakalım oğlum, şehirde ne var ne yok, pek düşünceli
gördük seni. Anlat ki kederine ortak olalım anlat ki yükünü paylaşalım”. Yüklü
miktarda ödeme yaptığı terapistler geldi aklına Yunus’un. Onlar da anlat
diyordu, onlar da kalem elde pür dikkat dinliyordu. Ancak derdine ortak olmak,
yükünü paylaşmak yalnızca gerçek bir dosta hastı. “Şehir iyidir, hoştur, yükü
çoktur babacığım, zamanı, ömrü, emeği her saniye tüketmeye kurulmuş bir dişli
yumağı gibidir. Koştuğun, kendini kaptırmadığın sürece güzel gelir; ancak
tökezlediğin, hele ki düştüğün an çarklar seni içine çeker” diye döküverdi
ortaya, içine sıkışan dert yumağını, Yunus. Babasının, “Peki evlat! Bir kişi düşünce
çevresindekiler kolundan tutup kaldırmaz mı?” Sorusunun cevabını vermek de sessizliğe
kaldı.
“Sistem” dedi Yunus, “başkasının
omzuna basarak yükselmeye ayarlı. Merhamet zaaftır, güvenirsen aldanırsın, bir
kişinin yemeği iki kişiyi aç bırakır felsefesi döner dillerde.” Annesinin
gözleri yaşardı. “Evladım hiç öyle olur mu? Hem Yunus Emre Hazretleri ne der:
Bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz. Böyle yoğrulmadı mı Anadolu’nun
taşı toprağı?”
Camiden yükselen ezan
sesi namaza davet ediyordu, kurtuluşa gel diyordu; gel diyordu, kim olursan ol
yine gel… Cami yoluna koyulduklarında, Yunus’un aklına imam efendi geldi. Bir
Anadolu ereniydi, gönül ehli bir insandı, derdine bir derman sunardı belki.
Huşu içinde eda edilen namazdan sonra imam efendi, avluda yanlarına varıp selam
verdi ve “Yunus evladım, hoş geldin. Bilir misin, Yunus Emre de Hacı Bektaş
Veli’nin kapısına vardığında önce buğdaya talip oldu, ancak yolda elması cam
şişelere tercih ettiğini fark edip o kutlu dergâhın yolunu tuttu ve oradan da Tabtuk
Emre Hazretleri’ne bağlandı. Demem o ki, ne istediğine, neye talip olduğuna
dikkat etmeli insan. Mal hırsı, sonsuz yaşayacağım yanılgısı, mutluluk bekleyen
dimağlara tasa, kaygı stres ve üzüntüden başkasını getirmez. Yunus Emre de ne güzel
der: Ben gelmedim davi içün, benim işim sevgi içün, dostun evi gönüllerdir,
gönüller yapmaya geldim.”
Yunus irkildi, sormadan
etmeden yarası teşhis edilmiş, reçetesi eline verilmişti. Hürmetle eğilip öptü
imam efendinin elinden. Toplanan cemaatle birlikte, kalpten kalbe muhabbet
tayfları uzandı. İmam efendi haklı, diye düşündü Yunus. Aldığı arabanın
üzerinden daha altı ay geçmeden başka bir modele geçmiş, telefonu tüm
fonksiyonlarını deneme fırsatı bulamadan yeni modeliyle değiştirmiş, evi büyütmüş,
ama yazlığı olunca mutlu olacağına kendini inandırmıştı. Oysa bunca değişim
beklediği huzuru verememişti. Hatta kibrit çöpüne odaklanırken ardındaki ormanı
gözden kaçırmış, hayatın pek çok güzelliğini ıskalamıştı.
Herkesin kendi odası,
kendi telefonu, kendi televizyonu, kendi sanal dünyası olunca; aile sıcaklığı
ve samimiyeti de mumla aranır olmuştu. Aynı mekânda oturan fakat farklı
dünyalarda gezinen karı-kocalar ve ebeveyn-çocuklar Yunus Emre’nin şu sözüne ne
kadar da muhtaçtı: Muhabbetten olma ırak, sevgi ile dolsun yürek… İşte o
muhabbet Kaf Dağ’ının ardına göçünce kalpte sevgi üşür olmuştu. Aile içi
huzursuzlukların kaynağı; muhabbetin sosyal medyaya kurban edilmesi,
iletişimsizlik, dertlerin paylaşılmaması değil miydi? Hatta bırakın canı cananı
“Yaradılanı severim, Yaradandan ötürü.” Düsturu ile yaratılmış her canlıya
sevgi kanadı germek yakışırdı insana. Bu duygular içinde telefonuna davrandı
Yunus. “Hanıma bir iki iltifatlı söz göndereyim de gönlünü alayım diye
niyetlendi. Ancak, tuttuğu takımın beklediği transferi gerçekleştiremediğine
dair bildirimi tıklayınca yüzlerce yorumun, görselin ve videonun arasında
yolunu kaybetti. Güzel iltifatlar yerine ulaşamadı, yine…
Akşam yemeğinde sonra
akrabalar ziyarete geldi. Çaylarla birlikte muhabbetler de demlendi. Biri
konuşurken herkes onu pür dikkat dinliyor, konuşması bitmeden araya girmiyordu.
Oysa çağın insanı, muhatabının konuşmasına odaklanmaz, her cümlenin arasına
girme hakkını saklı tutardı. İletişim sorunumuz var diye düşündü Yunus, hem de
çok büyük. Oysa şu anda bu insan topluluğu arasında dolanan sevgi, muhabbet ve
merhamet akımı o derece yoğun ki uzanılsa dokunulacak gibiydi. Yine bir anısı
canlandı Yunus’un. Çok değil, geçen sene birkaç arkadaş toplanıp ailecek yakın
dostu Ekrem’i ziyarete gitmişlerdi. Maksat, Ekrem’in içinde bulunduğu bir sıkıntıyı
konuşmak, paylaşmak, çözüm üretmekti. Gelin görün ki o gece hepsinin de takip
ettiği bir dizinin yayın gününe denk gelmesin mi? Çaylar çerezler eşliğinde
gece yarısına kadar adeta göz kırpmadan “Kuzular Ovası” izlenip kapı önünde
vedalaşırken herkes birbirinin gözüne “biz ne için geldik ne yaptık” der gibi
utanarak bakakalmıştı. Hayatı kolaylaştıran teknoloji, kontrollü
kullanılmadığında böyle kötü durumlara netice veriyordu işte.
Misafirler dağılırken,
Yunus, babasının kulağına eğilip “Baba, bu insanlar arasında bu denli yoğun bir
muhabbet nereden peyda oluyor, bu sevgi nasıl tezahür ediyor?” diye sordu.
Babası, “Oğulcuğum! Bu diyarlar erenlerin serhad boylarıdır. Bu topraklar; Şeyh
Edebalilerin, Mevlanaların, Hacı Bektaş Velilerin, Tabtuk Emrelerin, Yunus Emrelerin
ve onların feyzinden kalpleri kemale ermiş dervişlerin, sevgi ekip muhabbet
biçtiği topraklardır. Bu kutlu zatların güneş misal öğretileri beldelerimizin
taşına, toprağına, insanına işlemiş. Her bir birey ayna misali gelen ışığı yekdiğerine
yansıtan birer ilim erbabına dönüşmüştür. İlmin, irfanın, sevginin, hoşgörünün
merkezleri olan dergahlar günümüzün üniversitelerine, okullarına ve bilim
merkezlerine tohum olmuşlardır. Hem bilir misin ki, senin ismin dahi bir Yunus
Emre aşığı olan dedenin armağanıdır. İşte, deden ‘Yunus’dür benim adım, gün
geçtikçe artar odum, iki cihanda maksudum, bana seni gerek seni.’ dizeleri
ışığında ‘Torunum adını bilsin, Yunus Emre gibi aşk oduna yansın, maksadına
hasıl olsun” muradıyla bu ismi sana yakıştırmıştır.
Hem, Evladım, Yunus
Emre, Moğol ve Haçlı baskılarının arttığı, kıtlık, yoksulluk ve ümitsizliğin hâkim
olduğu zamanlarda, ümit, birlik, dirlik, düşenin elinden tutma, tahammül etme,
sabır kuşanma gibi erdemleri Anadolu insanına taşımış, deniz fenerinin
fırtınalı havada gemilere yol göstermesi gibi insanları buhranlardan sahil-i
selamete taşımıştır. Hatta şiirleri ile bu ışığı bize de taşıyarak, bugün bile
yolumuza işaret taşları döşemektedir. Kendini anlamak, kâinatı okumak için
Yunus Emre’yi iyi anlamak ve iyi okumak lazım.” dedi.
Zihninde babasının bu
hikmet dolu sözleri dolanıp dururken uyuyakaldı Yunus. Rüyasında kendisini
üniversite yıllarındaki sınıfında buldu. Mübarek bir zatın içeri girdiğini
gördü. Selam ve vakarla tahtaya yaklaşan bu zat, ilmin özünü, gayesini
özetleyen şu hikmetli sözleri tahtaya yazıp aynı tevazu ve selam ile sınıftan
çıkıp gitti: İLİM İLİM BİLMEKTİR, İLİM KENDİNİ BİLMEKTİR, SEN KENDİNİ
BİLMEZSEN, BU NİCE OKUMAKTIR…
Zamanın çarkları insanı ilmek ilmek örerken bir
yandan da ömrü öğütüp durur; her çare zamanla bulunur ama zamana çare yoktur. Naçar,
zaman çabucak akıp gitmişti. Yunus ne iyi etmişti de gelmişti. Yüreğini sıkan
mengeneler birer ikişer çözülüp düşmüştü. Ancak ayrılığın buruk kokusu
burunların direğini sızlatmaya başlamıştı. Yunus’u, geride bıraktığı bir yığın
iş çağırıyordu. Eller öpüldü, gözler yaşardı, boca edilen bir tas su, arabanın
arkasında hüzünlü bir iz bıraktı. Bir gurbetten diğerine yolculuk başladı.
Değil mi ki, insan dünyada gurbetteydi zaten ve ancak ahiret yurduna vardığında
gurbetlik son bulacaktı. Yunus Emre ne güzel demişti: Çün var olduğu her yerde
insanın, gurbet mutlaka olacaktır…