OL DERDE DERMAN BİR GÜZEL İNSAN

  • Yazar: Betül Berra SAYIN

  • Rumuz: berra

  • Okulu: Çanakkale Anadolu İmam Hatip Fen ve Sosyal Proje Okulu

  • E-mail: betulberrasayin@gmail.com

Konu

                   Çağın tatminsizlikten boşluğa düşen insanını sebolize eden Yunus’un, yaşadığı manevi buhrandan sığındığı baba ocağında gördüğü güzellikler karşısında iç dünyasına yaptığı yolculuk ve neticesinde ulaştığı iç huzuru konu ediniyor.

Tab Article

Pencereden süzülen ışığın huzmeleri, anne şefkatiyle yüzünü okşadığında göz kapakları aralandı. Doğruldu, bakındı… Ters giden ancak iyi hissettiren bir şeyler vardı. Evet, ters giden, alıştığı rutine ters giden… Yeme içgüdüsünü tatmine varan, günün her anı, ağız bir değirmen, mide dipsiz kuyu… Yedikçe yediği düzenine ters giden… Gecenin en derin, en kuytu, en sükûnete muhtaç anını devasa ekranlardan gösteren ışıklarla, seslerle, efsunlanmış olarak rahat bir koltukta ama rahatsız bir bedenle; kerameti kendinden menkul uzmanların, spikerlerin, yorumcuların azalarına taktığı prangalardan güç bela kurtulup, yatağının yolunu zoraki bulduğu alışkanlığına ters giden… Ve bilmem kaçıncı kez ertelediği, her hücresine elektrik akımı veriyor gibi hissettiren çalar saatin, güç bela yataktan çekip çıkardığı uyanmalarına ters giden… Ters neydi hakikatte veya düz…

Kendi gibi rahat uyumuş rahat uyanmış simaların, sabahına hayır notları iliştirdikleri selamlamalarını alıp, yayla evinin havadar avlusuna çıktı Yunus. Yeşillik alabildiğine uzanıyor, tabiatta tüm mevcudat orkestra edasıyla, sabah şarkısının icrasına koyuluyordu. Yüzünün yanması sabah serinliğinden miydi, yoksa daha iki gün önce kendi kendine bu dünyada yaşamaya değer bir şey kalmadı, sıcak tebessümler hikâye sayfalarında, satır aralarına gizlenmiş, her şey nasıl da kasvetli, dediği için, içindeki kabahat işleyen çocuğun pişmanlığından mıydı?

Burnuna gelen davetkâr kahvaltı kokusu ve anacığının kahvaltıya çağıran içten sesi aldı onu, tekrar kasvetle yelken açmaya hazırlanan düşüncelerinden. Nerede o eski yumurtalar, sütler, ballar, nerede o nimetteki tat koku, diye yakındığı şeyler, lezzetlerini yeniden kuşanıp önünde hazır ola geçmişlerdi. Yalnız karnı değil, gözü gönlü doyuyordu. Açık büfede kalan o son yumurtaya saldıran insanlara inat herkes önündekinden bir diğerine ikram ediyordu. Sofradaki telaş kendini değil karşındakini doyurmaktı. Babasından duyduğu bir hikâyeyi hatırladı: Bir dergâhta modern dünyanın standardında kişiler yemeğe çağrılıp ellerine sapları çok uzun kaşıklar veriliyor ve önlerindeki enfes çorbadan karınlarını doyurmaları isteniyor. Bunlardan her biri kendi midesinin derdine düştüğünden sofrayı da kendilerini de batırıp aç olarak sofradan kalkıyor. Ardından gönül ehli zatlar çağrılıyor. Bunlar zaten kendilerinden ziyade karşısındakileri doyurma telaşında olduğundan, uzun saplı kaşıkları doldurup karşısındakini besleme başlıyor, tek lokma ziyan etmeden, mideler yemeğe, kalpler sevgiye doymuş olarak kalkıyorlar. Buna bir hikâye demekle kendi zamanımızdan uzaklaştırmış, ehemmiyetini azaltmış olmaz mıyız acaba? Hayır hayır bu, hikâyeden öte bir gerçeklikti ve bu gerçeklik sevgisizliğin tiryaki, muhabbetin reçetesiydi. Aslında şimdi bu sofrada olan şey de tam bu gerçeklikti. Demek ki uzun zaman olmuş kahvaltı yapmayalı, diye geçirdi içinden Yunus.

Yunus’u, kamelyada çaylar muhabbetle yudumlanırken, babasının sesi ayırdı, içinin, saklandığı kuytu yerlerinden, “anlat bakalım oğlum, şehirde ne var ne yok, pek düşünceli gördük seni. Anlat ki kederine ortak olalım anlat ki yükünü paylaşalım”. Yüklü miktarda ödeme yaptığı terapistler geldi aklına Yunus’un. Onlar da anlat diyordu, onlar da kalem elde pür dikkat dinliyordu. Ancak derdine ortak olmak, yükünü paylaşmak yalnızca gerçek bir dosta hastı. “Şehir iyidir, hoştur, yükü çoktur babacığım, zamanı, ömrü, emeği her saniye tüketmeye kurulmuş bir dişli yumağı gibidir. Koştuğun, kendini kaptırmadığın sürece güzel gelir; ancak tökezlediğin, hele ki düştüğün an çarklar seni içine çeker” diye döküverdi ortaya, içine sıkışan dert yumağını, Yunus. Babasının, “Peki evlat! Bir kişi düşünce çevresindekiler kolundan tutup kaldırmaz mı?” Sorusunun cevabını vermek de sessizliğe kaldı.

“Sistem” dedi Yunus, “başkasının omzuna basarak yükselmeye ayarlı. Merhamet zaaftır, güvenirsen aldanırsın, bir kişinin yemeği iki kişiyi aç bırakır felsefesi döner dillerde.” Annesinin gözleri yaşardı. “Evladım hiç öyle olur mu? Hem Yunus Emre Hazretleri ne der: Bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz. Böyle yoğrulmadı mı Anadolu’nun taşı toprağı?”

Camiden yükselen ezan sesi namaza davet ediyordu, kurtuluşa gel diyordu; gel diyordu, kim olursan ol yine gel… Cami yoluna koyulduklarında, Yunus’un aklına imam efendi geldi. Bir Anadolu ereniydi, gönül ehli bir insandı, derdine bir derman sunardı belki. Huşu içinde eda edilen namazdan sonra imam efendi, avluda yanlarına varıp selam verdi ve “Yunus evladım, hoş geldin. Bilir misin, Yunus Emre de Hacı Bektaş Veli’nin kapısına vardığında önce buğdaya talip oldu, ancak yolda elması cam şişelere tercih ettiğini fark edip o kutlu dergâhın yolunu tuttu ve oradan da Tabtuk Emre Hazretleri’ne bağlandı. Demem o ki, ne istediğine, neye talip olduğuna dikkat etmeli insan. Mal hırsı, sonsuz yaşayacağım yanılgısı, mutluluk bekleyen dimağlara tasa, kaygı stres ve üzüntüden başkasını getirmez. Yunus Emre de ne güzel der: Ben gelmedim davi içün, benim işim sevgi içün, dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.”

Yunus irkildi, sormadan etmeden yarası teşhis edilmiş, reçetesi eline verilmişti. Hürmetle eğilip öptü imam efendinin elinden. Toplanan cemaatle birlikte, kalpten kalbe muhabbet tayfları uzandı. İmam efendi haklı, diye düşündü Yunus. Aldığı arabanın üzerinden daha altı ay geçmeden başka bir modele geçmiş, telefonu tüm fonksiyonlarını deneme fırsatı bulamadan yeni modeliyle değiştirmiş, evi büyütmüş, ama yazlığı olunca mutlu olacağına kendini inandırmıştı. Oysa bunca değişim beklediği huzuru verememişti. Hatta kibrit çöpüne odaklanırken ardındaki ormanı gözden kaçırmış, hayatın pek çok güzelliğini ıskalamıştı.

Herkesin kendi odası, kendi telefonu, kendi televizyonu, kendi sanal dünyası olunca; aile sıcaklığı ve samimiyeti de mumla aranır olmuştu. Aynı mekânda oturan fakat farklı dünyalarda gezinen karı-kocalar ve ebeveyn-çocuklar Yunus Emre’nin şu sözüne ne kadar da muhtaçtı: Muhabbetten olma ırak, sevgi ile dolsun yürek… İşte o muhabbet Kaf Dağ’ının ardına göçünce kalpte sevgi üşür olmuştu. Aile içi huzursuzlukların kaynağı; muhabbetin sosyal medyaya kurban edilmesi, iletişimsizlik, dertlerin paylaşılmaması değil miydi? Hatta bırakın canı cananı “Yaradılanı severim, Yaradandan ötürü.” Düsturu ile yaratılmış her canlıya sevgi kanadı germek yakışırdı insana. Bu duygular içinde telefonuna davrandı Yunus. “Hanıma bir iki iltifatlı söz göndereyim de gönlünü alayım diye niyetlendi. Ancak, tuttuğu takımın beklediği transferi gerçekleştiremediğine dair bildirimi tıklayınca yüzlerce yorumun, görselin ve videonun arasında yolunu kaybetti. Güzel iltifatlar yerine ulaşamadı, yine…

Akşam yemeğinde sonra akrabalar ziyarete geldi. Çaylarla birlikte muhabbetler de demlendi. Biri konuşurken herkes onu pür dikkat dinliyor, konuşması bitmeden araya girmiyordu. Oysa çağın insanı, muhatabının konuşmasına odaklanmaz, her cümlenin arasına girme hakkını saklı tutardı. İletişim sorunumuz var diye düşündü Yunus, hem de çok büyük. Oysa şu anda bu insan topluluğu arasında dolanan sevgi, muhabbet ve merhamet akımı o derece yoğun ki uzanılsa dokunulacak gibiydi. Yine bir anısı canlandı Yunus’un. Çok değil, geçen sene birkaç arkadaş toplanıp ailecek yakın dostu Ekrem’i ziyarete gitmişlerdi. Maksat, Ekrem’in içinde bulunduğu bir sıkıntıyı konuşmak, paylaşmak, çözüm üretmekti. Gelin görün ki o gece hepsinin de takip ettiği bir dizinin yayın gününe denk gelmesin mi? Çaylar çerezler eşliğinde gece yarısına kadar adeta göz kırpmadan “Kuzular Ovası” izlenip kapı önünde vedalaşırken herkes birbirinin gözüne “biz ne için geldik ne yaptık” der gibi utanarak bakakalmıştı. Hayatı kolaylaştıran teknoloji, kontrollü kullanılmadığında böyle kötü durumlara netice veriyordu işte.

Misafirler dağılırken, Yunus, babasının kulağına eğilip “Baba, bu insanlar arasında bu denli yoğun bir muhabbet nereden peyda oluyor, bu sevgi nasıl tezahür ediyor?” diye sordu. Babası, “Oğulcuğum! Bu diyarlar erenlerin serhad boylarıdır. Bu topraklar; Şeyh Edebalilerin, Mevlanaların, Hacı Bektaş Velilerin, Tabtuk Emrelerin, Yunus Emrelerin ve onların feyzinden kalpleri kemale ermiş dervişlerin, sevgi ekip muhabbet biçtiği topraklardır. Bu kutlu zatların güneş misal öğretileri beldelerimizin taşına, toprağına, insanına işlemiş. Her bir birey ayna misali gelen ışığı yekdiğerine yansıtan birer ilim erbabına dönüşmüştür. İlmin, irfanın, sevginin, hoşgörünün merkezleri olan dergahlar günümüzün üniversitelerine, okullarına ve bilim merkezlerine tohum olmuşlardır. Hem bilir misin ki, senin ismin dahi bir Yunus Emre aşığı olan dedenin armağanıdır. İşte, deden ‘Yunus’dür benim adım, gün geçtikçe artar odum, iki cihanda maksudum, bana seni gerek seni.’ dizeleri ışığında ‘Torunum adını bilsin, Yunus Emre gibi aşk oduna yansın, maksadına hasıl olsun” muradıyla bu ismi sana yakıştırmıştır.

Hem, Evladım, Yunus Emre, Moğol ve Haçlı baskılarının arttığı, kıtlık, yoksulluk ve ümitsizliğin hâkim olduğu zamanlarda, ümit, birlik, dirlik, düşenin elinden tutma, tahammül etme, sabır kuşanma gibi erdemleri Anadolu insanına taşımış, deniz fenerinin fırtınalı havada gemilere yol göstermesi gibi insanları buhranlardan sahil-i selamete taşımıştır. Hatta şiirleri ile bu ışığı bize de taşıyarak, bugün bile yolumuza işaret taşları döşemektedir. Kendini anlamak, kâinatı okumak için Yunus Emre’yi iyi anlamak ve iyi okumak lazım.” dedi.

Zihninde babasının bu hikmet dolu sözleri dolanıp dururken uyuyakaldı Yunus. Rüyasında kendisini üniversite yıllarındaki sınıfında buldu. Mübarek bir zatın içeri girdiğini gördü. Selam ve vakarla tahtaya yaklaşan bu zat, ilmin özünü, gayesini özetleyen şu hikmetli sözleri tahtaya yazıp aynı tevazu ve selam ile sınıftan çıkıp gitti: İLİM İLİM BİLMEKTİR, İLİM KENDİNİ BİLMEKTİR, SEN KENDİNİ BİLMEZSEN, BU NİCE OKUMAKTIR…

Zamanın çarkları insanı ilmek ilmek örerken bir yandan da ömrü öğütüp durur; her çare zamanla bulunur ama zamana çare yoktur. Naçar, zaman çabucak akıp gitmişti. Yunus ne iyi etmişti de gelmişti. Yüreğini sıkan mengeneler birer ikişer çözülüp düşmüştü. Ancak ayrılığın buruk kokusu burunların direğini sızlatmaya başlamıştı. Yunus’u, geride bıraktığı bir yığın iş çağırıyordu. Eller öpüldü, gözler yaşardı, boca edilen bir tas su, arabanın arkasında hüzünlü bir iz bıraktı. Bir gurbetten diğerine yolculuk başladı. Değil mi ki, insan dünyada gurbetteydi zaten ve ancak ahiret yurduna vardığında gurbetlik son bulacaktı. Yunus Emre ne güzel demişti: Çün var olduğu her yerde insanın, gurbet mutlaka olacaktır…